Ahmet'in telaşanı gören Filiz, sordu: -Hayır olsun yiğidim, ne ararsın, kafama atacak bir şey mi? Filiz ağabeyinin şakası Ahmet'i tebessüm ettirdi: -Yok be Filiz ağam.Kızılelmaya bakmıştım. Filiz, paltosunun cebinden bir şey çıkardı: -İşte elma. Kıyıya geldiğinde, avucundaydı. O kadar sıkmıştın ki avucundan zor aldım. Ahmet, elmayı aldı, kelebeği tutar gibi tuttu. Akıncı beyinin kanlı gömleğine sarılı elmayı torbasına yerleştirdi, dili ve gönlü, dualarda ve Rabbine şükürlerdeydi: -Allah razı olsun. Filiz ağam. Beni, "Sen nehrine" atarak "Ben nehrinde" felakete düşmekten kurtardın. Bu sırada, odaya tercüman geldi, polislerin Ahmet'in ifadesini almak istediklerini söyledi. Ahmet, polislere, Filiz Nurullah'tan şikayetçi olmadığını, kavga değil güreş yaptıklarını, güeş yaparken, suya düştüğünü anlattı. Ama, polisleri çok zor ikna etti. Polisler, yazdıkları tutanağı, tercüman vasıtasıyla Ahmet'e okudular, imzalatıp ayrıldılar. Polislerin gidişiyle Ahmet ve Filiz rahatladılar. Çıkış işlemini tamamlayarak hastaneden ayrıldılar. Rahatça dertleşebilmek için bir cafeye gittiler. Caddeyi iyi gören bir masaya yerleştiler. Sabah saat 10 civarıydı. Gelen garsona çat pat Fransızcalarıyla kahvaltılık bir şeyler söylediler. 12 yıl önce açılan Eyfel Kulesi, 320 metre yüksekliğiyle Ahmet'in tam karşısındaydı. Ahmet'in dalıp gittiğini gören Filiz Nurullah takılmadan edemedi: -Ne o, Benoit yengemi mi düşünürsün? Ahmet, gülümsedi: -Bu sefer tutturamadın Filiz ağam. Eyfel kulesine bakıyordum. -Hayır olsun, düğününü kulede mi yapmayı planlıyordun. Ahmet, bu sefer güldü: -Sen çok yaşayasın Filiz ağam. Yüksek yer görünce minareyi ve ezanı hatırladım. Eyfel'in tepesinde ezan okunsa aşağıdan duyurlu mu diye düşündüm. Filiz, iç geçirdi: -Duyulur bre Ahmet'im niçin duyulmasın. Yeter ki orada ezan okumak nasip olsun. Kimbilir, bakarsın, senin torunlarından biri Eyfel'de ezan okur. Kara Ahmet, kuvvetli bir iç geçirdi: -Bilemiyorum Filiz ağabeyim. Sanki, 23 senedir yaşadıklarım bir masal. Hangisi gerçek, hangisi hayal ayıramaz oldum. -Yaşadıkların, masal, hayal değildi. Hepsi gerçekti. Ama dünkü hadiseyi ben de anlayamadım. Yahu sen dün boğulmaktan nasıl kurtuldun. Ahmet'in yüzü aydınlandı: -Hikmet dede. -Hikmet dede mi? Allah! Allah! Nasıl oldu bu iş? Ahmet, hüzünlendi, sesi titredi: -Nasıl olacak. Artık gücüm tükenmişti. Son defa başımı sudan çıkardığımda şaşırdım.Karşımda Hikmet dede vardı ve bana gülümsüyordu. Kolumdan tuttu, sağ elime, nehre attığım kızılelmayı verdi. "Ahmet, evladım. Bilmez misin, kendini, akıntıya, hayatın akışına, nefsin isteklerine bırakarak kızılelmaya kavuşulmaz. Kızılelmaya kavuşmak için akıntıya karşı yüzebilmeli, nefse zor gelenleri yapabilmelisin." dedi ve beni kıyıya doğru itti. Bir kuş gibi kıyıya uçtuğumu hissettim. Sonrasını sen biliyorsun. Filiz Nurullah başını salladı: -Demek yardımına koşan ha. Tabi o olacaktı. Allahü tealanın sevgili kulu, evliyası. Bu 160 kiloluk halim, azgın nefsimle ben yetişecek değildim ya. Eee Ahmet, yiğidim Sen nehrine düştün, "Ben nehrinin" akıntısından da kurtuldun. > DEVAMI VAR