Benoit'ten haber yoktu

A -
A +

160 kiloluk Filiz Nurullah, dağdan kopmuş koca bir kaya gibi üç metre ileriye sırtüstü düştü. Rum Pierri, kolunu kaldırarak Ahmet'in galibiyetini ilan etti. Salon, "Karamel", "Karamel" sesleriyle yıkılıyordu. Ahmet, Filiz Nurullah ile helalleşmek için kucaklaşırken gözleri yaşlı sordu: -Te be Filiz ağam, yemin kefaretini nasıl yerine getirmeği düşünürsün? Filiz kızdı: -Ciddi güleşmediğimi mi düşünürsün? A be daha nasıl güleşeyim? 160 kiloluk bir devin, senin gibi küheylanla güleşmesi kolay mı? Bırak güleşmeyi, ben artık yürürken bile yorulurum. Ahmet, bir şey demeden sıkı sıkı Filiz ağasına sarıldı ve göğsüne yaslandı. HHH Ahmet, birinci olmasına rağmen Cont de Chambre'den beklenen davet gelmemiş, Benoit de hiç gözükmemiş, bir satırlık olsun bir haber göndermemişti. Ahmet, kendi kendini yiyor, Cont'a ulaşmak için her çareye başvuruyor, ama bir türlü başaramıyordu. Cont, eski evinden taşınmıştı. Ahmet, Filiz ve öğrenci Mehmet, "Paris kazan biz kepçe" diyerek koca Paris'te Cont'un yerine tespit için günlerce gezdiler. Son güreşten sonra bir hafta geçmişti. Artık ümidi kesmişler, Paris'ten ayrılmanın hesabını yapıyorlardı. Ahmet'in ağzını bıçak açmıyordu. Filiz ağasının, "Üzülme be Ahmet. Kısmetse arada demir dağlar olsa yine olur. Biz sebeplere yapıştık. Gayrisi Rabbimin bileceği iş." sözlerini duymuyordu. Ahmet, nasıl duysundu? Yıllarca Hikmet dedenin emaneti elmayı paylaşacağı kızı aramış ve sonunda bulmuştu. Cont'un, her türlü şartını kabul etmişti. Ama buna rağmen, bırakın Benoit ile evlenmeyi, evlenmek için ileri sürülecek şartı dahi öğrenememişti. Kavuştum, derken kaybetmişti. Paris'te baharı müjdeleme çabasındaki Şubat'ın son günlerinde bir ikindi sonrası. Ahmet, otel lobisinde kendisini teselli etmeğe çalışan Filiz ağabeye yalvarıyordu: -Filiz ağabey. Yeter artık. Dayanamıyorum. Gidelim. Ne olur. Bugün, istasyona uğrayalım. Marsilya'ya ilk tren ne zamanmış öğrenelim. Oradan bir gemiye. Ver elini İstanbul. -Sabır bre Ahmedim. Sabır. Gün doğmadan neler doğar. -Haklısın bre Filiz ağam. Ama burası Paris. Burada gün doğmuyor, yalnızca batıyor... ne ümitler, ne güzellikler... Filiz ve Ahmet, sese döndüler. Gelen Paris karanlığına doğan bir güneş, öğrenci Mehmet'ti. Filiz, Şumnu'da bıraktığı, senelerdir görmediği anacığını görmüş gibi sevindi: -Vayy! Mehmedim, hoş gelmişsin. Mehmedim, Filiz'in açılan kollarının arasına atıldı: -Hoş gelmişim be Filiz ağam. Hoşça haberlerle gelmişim. Mehmet'in, sevinçli hali, "Hoşça haberlerle gelmişim." Sözü, Ahmet'i yerinden fırlattı. Koştu, Mehmet'i yakasından tuttu: -Bre Mehmet! Sen ne dersin? Mehmet, Ahmet'e, sarıldı: -Müjdemi isterim Ahmet ağam, müjdemi... Nice günü uykusuz geçiren Ahmet'in, müjde falan dinleyecek hali yoktu: -Bre Mehmet, oyalanma, süle, haberin ne? Benoit'ten mi? Ahmet'e cevabı Filiz ağası verdi: -Ne o Ahmet, sen Benoit'ten başka şey düşünmez misin? Ancak Benoit hakkındaki haber mi müjdeli olur? Mehmet'e hey heylenen Ahmet, Filiz Nurullah, karşısında boyun büktü; -Te be Nurullah ağam, bir de sen vurma. Halimi bilmez değilsin. Filiz güldü: -Bilmez olur muyum? Ben de rüyalarımda yalnızca Benoit ve babası Cont'u görmeğe başladım. Filiz'in sözüne, günlerdir gülmeyen Ahmet bile güldü. ¥ DEVAMI VAR

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.