Yusuf, 3 Temmuz Pazar günü, pek ortalıkta gözükmedi. Gemide konuşabileceği, dili diline benzer kimseyi görememişti. Kalabalıklar içinde tam manasıyla yalnızdı. Kamarası iki kişilikti. Ancak, Yusuf, yabancı biriyle günler süren bir yolculuk yapmamak için iki kişilik parası vermişti ve kamarada tek başına kalıyordu. Üçüncü mevkideki yolcuların hali içler açısıydı, hayvanlar gibi birbirinin üstünde kalıyorlardı. Yusuf, ta talebelik günlerinden alışkanlık haline getirmişti. Her Pazartesi gecesi, seher vakti kalkar, Kur'an-ı kerim okurdu. Yusuf, her zamanki alışkanlıkla kalktı, saatine baktı 4 Temmuz Pazartesi gününün 04 civarıydı. Tam seher vaktiydi. Abdest aldı ve Kur'an-ı Kerim okumağa başladı. Yarım saat kadar okuduktan sonra, sabah namazı vaktinin girmesiyle, namazını kıldı. Yusuf en güzel ihsan, yüce Mevla'nın insanları en büyük hediyesine sarıldı. İki cihanın efendisi Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin dahi "Gözümün nuru namaz", "Ya Bilal beni ferahlandır" diyerek ferahlığı, rahatlığı bulduğu namazı kılarak kuş gibi hafiflediğini, içini anlatılamaz bir huzurun kapladığını hissetti. Yusuf, namaz sonrası güverteye çıktı. Ortalıklarda kimse yoktu. Çocuklar, analarının kucaklarında koridorlarda uyuyor, analar da çocuklarına sarılmışlar, onlarda huzuru bulmuşlardı. Hava, hafif sisliydi. Buna rağmen, doğu, güneşin geldiği yerde çok hafif bir kızıllık vardı. Yönünü doğuya, ışığın geldiği yöne çeviren Yusuf, doğuya, daha doğuya bakmak, İstanbul'u, Şumnu'yu sevdiklerini görmek istiyordu. Ama çok, çok büyük mesafeler, aşılması gereken Okyanus, Akdeniz vardı. Gemi, Fransa'nın La Havre limanına ulaşacak, Yusuf, buradan başka bir gemiye binerek İstanbul'a doğru yola koyulacaktı. Bir şey Yusuf'un dikkatini çekti. Yolculuk yaptığı Bourgogne gemisi, belirli aralıklarla acı acı düdük öttürüyordu. Yusuf, her halde sis sebebiyle diye düşündü. Sanki fazla uzak olmayan bir yerden başka bir düdük sesi de kendilerine ulaşıyor gibisine geldi. Yusuf, okyanusun sisine karıştığını, İstanbul'a oradan da Şumnu-Karalar Köyüne ulaştığını hissetti. İnanılmazdı, ama üç yavrusu ve analarını görüyordu. Şumnu'da öğle vakti, eşi ve can yavruları, bahçede koşturup duruyorlardı. Yusuf, elini uzatsa onlara dokunacağını, seslense işiteceklerini zannetti. Eşinin, büyük kızı Hatice'ye seslendiğini duyar gibi oldu. Haticesi ilk göz ağrısı gelinlik kız olmuştu. Gelin demek, ayrılık, sevdiklerine kurban demekti. Bu düşünce Yusuf'un bağrını deldi. Gayri ihtiyarı, "Haticem, yavrum. Gelinlik kızım" diye feryat etti. Korkunç bir sarsıntıyla Yusuf, kendini güventede yerde buldu. Her tarafı su içinde kalmıştı. Sanki, bir anda Şumnu'dan okyanusa düşmüş, okyanusun derin sularında yol alarak Bourgogne isimli geminin güvertesine gelmişti. Düşmesiyle birlikte yüzüne çarpan tuzlu deniz sularıyla Yusuf, kendine geldi, hayal mi gerçek mi olduğunu tam anlamıyla farkedemediği sihirli dünyadan elle tutulur dünyanın katı gerçeğine döndü. Gördüğüyle dehşetle irkildi. Yönü doğuda, güneşin, ışığın geldiği yerdeyken, felaket Batı'dan, karanlık diyardan gelmişti. Bir geminin siyah burnunun bir deniz canavarı gibi kendi gemilerini tam ortasından diklemesine yardığını gördü. Şahit olduğu hadiseye inanamadı. "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billlâhil aliyyil azîm" diyerek doğruldu. Yusuf, rüyada gibiydi. Koca Okyanusun içinde iki geminin birbirleriyle çarpışmasını aklı almıyordu. Büyük bir şiddetle yüzüne çarpan dalga, rüyada olmadığını haykırdı. Güvertede kimseler yoktu. Aşağıdan canhıraş feryatlar gelmeğe başlamıştı. DEVAMI VAR