Kuvvet, mal, mülk, makam, güzellik, bilgi, ustalık ve bunların vasıtasıyla ulaşılan galibiyet yükü çok ağırdır. Ateştir, düştüğü yeri yakar. Aklı giderir, vicdanı örter, gönlü öldürür ve insanı nefsinin oyuncağı, esiri yapar. Ateş ancak su ile söner, üfleyerek değil. Bunlara sahip olmak öyle tehlikelidir ki, nice benim diyen yiğitler, alimler, nefislerinin oyuncağı olmuş, göklerin en bilgililerinden olan iblis şeytanlığa düşmüştür. İşte Kırkpınar geleneği bunun için doğmuştur... Yeryüzünün; nefis, şeytan ve çevre ile yapılan güreşin Er Meydanı olduğunu haykırmak, kuvvet, mal, makam, güzellik, bilgi ve ustalığın hak değil, vazife getirdiğini akla ve gönle nakşetmek için... Ecdadımız, başarı ile muvaffakiyeti birbirinden ayırmış, başarıyı değil, muvaffakiyeti teşvik etmiştir. Başarı, başa ermek, baş olmak, ben en büyük, ben en zengin demek için gücü, malı, mülkü istemektir. Muvaffakiyet ise, bir işi en iyi şekilde yapmayı, malı, mülkü, makamı, Hak, hakikat, ebedi güzellikler için istemek, sahip olunan nimetlerin hesabını vereceğini bilmek, nimet çoğaldıkça boyun bükmektir. İşte bunun için peşrev çıkarırken pehlivanlar, toprağı öperler, "Topraktan geldin yine toprak olacaksın. Sahip olduğun nimetlerin hesabını vereceksin. Dünyanın en ağır yükü; galibiyet, kuvvet, mal, mülk yüküdür. Nice benim diyenler bu yükün altında ezilmiştir. Buğday başağı gibi ol, nimet, güç artıkça boynun bükülsün, bunların hesabını nasıl veririm endişesiyle " manasını hatırlarlar. Kırkpınar Ağası, bunu bilseydi, heykelim dikilsin diye 150 bin YTL daha vermeyi kabul eder miydi? Tam tersini yapar, 150 bin YTL'yi, "Benim adımı bütün kayıtlardan silin, adım, sanım duyulmaz olsun, ne olur benim için dua edin, bu ağalık, zenginlik yükünün hesabını verebilmek için" diyerek verir, feryat ederdi. Bugün yaptığı üç kuruşluk hayrı, davul zurna, medya ile duyuranlar, dün kimse görmeden sadaka taşına para bırakanlar... Bir tarafta galip gelince çıldırmış gibi bağırıp koşanlar, galip gelmek için rüşvet, kavga dahil her şeye başvuranlar, diğer tarafta galip gelince, boynunu büküp mahcup bir şekilde meydandan ayrılanlar... Hiç kimse anlatmadı mı, en genç başpehlivan Recep Çakır'a, Kırkpınar nedir, hatırasını yaşattığı alperen kimdir, peşrev sırasında toprağı öpmek, rakibinin topuğuna dokundurduğu elini öpüp başına götürmek ne manaya gelir. Ve bütün bu olumsuzlar yanında Kırkpınar'da son yirmi yıldır Kırkpınar'ı seyredilir, gelinir kılan son pehlivanlardan Ahmet Taşçı vardı. Gönlümüz son üç yıldır, özellikle de bu seneki haliyle Er Meydanı'nda görmek istemiyordu. Onu, fırtına gibi estiği, rakibini kasnağından tutup karşı durulmaz gücüyle yanına çektiği, altına alıp kündelediği haliyle hatırlamak istiyordu. Bu seneki bir saatlik güreş boyunca hep geri geri gittiği haliyle değil. Taşçı, "Puan vermedim, üç ihtarla yenildim" diye teselli aramasın. Üç ihtarla, yani güreşmeden yenilmek Taşçı için sırt üstü yenilmekten çok çok daha acıdır. Sayın Taşçı, şartları daha fazla zorlama. Gönlümüzdeki Taşçı'nın daha fazla kaybolmasına sebep olma. Sen, güreşin, insanlığınla, galibiyetlerden sonraki alçak gönüllüğünle alperenlerin 20. yüzyılda son temsilcisi oldun (tabii ki günümüz şartlarından olabildiğince), gönül tahtımıza kuruldun. Ne olur orada kal.