Yusuf'un adıyla, onun haberi olmadan gazetede yayınlanan mektup şöyle devam ediyordu: "Roeber, az sonra yene indi, fakat yüzümdeki ölüm ifadesini ve üzerine kapanmakta olduğumu fark edince kendisini sakatladığım yalanını söylemeğe başladı. Salondaki gavurcukların hepsi birden aleyhimde gösteriye ve kaz sürüsü gibi bağırmaya başladılar. Minderin ortasında duruyordum, üç defa ayağımla yere vurup kendi dilimle onlara, "Köpekler, ister teker teker, isterse tümünüz birden gelin! Yaklaşanı öldürürüm! Hayret! Bunun üzerine gavurcuklar beni alkışlamağa başladılar. Her ne kadar biraz palavracı iseler de, bu adamlar doğru insandan hoşlanıyorlar. Ve beni çok kumlu yani cesur bulduklarını söylediler. Efendim, Bizim çölün köpüğü diye değersiz saydığımız kum, bu imansızlar arasında en değerli eşya ve değerli deyim yerine geçiyor. 30 Nisan gecesi, küçük Frenk şampiyonu ile tekrar karşılaştık. Bu kerre, Roeber'in uçmaması için iplerden yapılmış bir kafesin içinde güreşiyorduk. Ona yaklaştığım zaman hiddetli değil aksine neşeli ve güleryüzlü idim, tatlılıkla kandırıp ele geçirmek istiyordum. Bir kere elimin altına aldıklarımı ne hale getirdiğimi sen bilirsin efendim. Gelgelim bu küçük Hıristiyan adeta pembe bir şeytan gibiydi. Çevremde o kadar çok atladı ve zıpladı ki bir ara yirmi tanesinin etrafımda dönmekte olduğunu gördüm, Mevlevi dervişleri gibi dönüyordu. Aynı anda bir çok yerde birden göründüğünden ellerim onu yakalayamıyordu. Onu yakalayabilmek için önce hızlı yürümeğe sonra peşinden koşmağa başladım. İmansızlar benimle alay ediyor, Roeber'e de beni öldürmesi için bağırıyorlardı. Ah! Bir bunu deneseydi. Sonunda gavuru yakaladım ve yere fırlattım. Altımda kırmızı bir kurbaga gibi büzülmüştü. İşte o zaman küçük gavurun kaçma kuvveti kadar direnme gücü de bulunduğunu farkettim. Yerden kaldırıp sırtüstü yatırmağa çalıştıysam da direndi. Doğrusu bu tam bir muamma, bilmeceydi. Seyirciler bana bağırıyor ve Roeber'den beni öldürmesini istiyorlardı. Beni ha! Oysa ben onun kemiklerini parçalayabilirim. Yine de acıdım ve öldürmedim. Fırtınanın bir çadırın üzerine yüklenmesi gibi bütün ağırlığımla üzerine abandım, ama küçük yaratık yine de sırtüstü düşmedi. Nefes nefese kaldım, üç katlı göbeğim aşağı yukarı indi çıktı ve çaresizlik içinde kalakaldım. Küçük yaratık kollarımın arasından bana bakıp, "Yousouf, haydi tekrar koşu yapalım" dedi ama yutmadım, böylelikle yerde uzun süre didişip durduk. Yerde didişmekten canım sıkıldı, bıraktım. Gavurcuk ayağa kalkınca hiç beklemediğim bir şey oldu. Böyle bir şeye nasıl cesaret etti ilk anda anlayamadım. Daha sonra, taraftarları ortaya fırlayınca cesaretini nereden aldığı anlaşıldı. Bu gavurcuk kurbağa görünüşüne aldırmadan, yerden doğrulmasıyla birlikte üzerime hücum edip bana vurmağa çalıştı, bana Türkiye'nin en iri adamına. Bu, bütün tatlılığımın, şirinliğimin kaybolmasına sebep oldu. Üzerine yürüdüm. Kolumu uzattım ve itiverdim, Roeber namludan çıkan bir kurşun gibi fırladı. Tekrar ittim. Efendim, bu milletin adına bilardo dedikleri bir sopa ile topa vurmaktan ibaret bir oyunu var. İşte ben de bu Frenk ile bilardo oynadım. Kolumla kendisine dokunduğum her an küçük yuvarlak adam bir top gibi yuvarlanıyor, iplere çarpıyor ve yere düşüyordu. Her vuruşum onu bir yay gibi oynatıyordu. Bir ilkokul çocuğu gibi eğleniyordum. Ne yapıyorsun diye söylendi. 'Hâlâ anlayamadıysan biraz daha yapayım da öğren' dedim. Doğrusu bu oyundan son derece keyifleniyordum, hem de güreş kurallarında aksini belirten bir kayıt da yoktu. DEVAMI VAR