Kalabalalık içinde yalnızdı -316-

A -
A +

Beş ay önce geldiği bu kocaman ülkeden nihayet ayrılıyordu. Geldiğinde ilk hoşgeldin diyen, ayrılırken de en son güle güle diyendi. İlk gördüğünde çok şaşırmıştı. Elinde kocaman bir meşale, başında taç olan bir bayan bulutların arasından bakıyordu. Sonradan Rum Pierri anlatmıştı: Bunun, Fransızlar tarafından Amerika'ya hediye edilen, kaidesiyle birlikte yüksekliğinin yüz metreyi bulan Hürriyet anıtı olduğunu, halk arasında Bayan Hürriyet diye bilndiğini, 12 yıl önce Fransa'dan parça parça getirilip oraya dikildiğini. Yusuf, ilk gördüğünde de çok yadırgamıştı Bayan Hürriyeti. Neyi temsil ettiğini, hangi hürriyeti ifade ettiğini bir türlü anlamamıştı. Beş ay sonra, Amerika'dan ayrılırken, yine anlamıyordu. Gördüğü kadarıyla hürriyet, zorbalar, güçlü, kuvvetli içindi. Ne iştir bilinmez, burada Fransa'da olduğunda daha fazla zorlanmış, daha fazla yalnızlık çekmiş, gönlünün hep Şumnu'da, sevdiklerinin yanında kaldığını hissetmişti. Fransa'da da istediği gibi güreşmesine, Amerika'da ise güreşmesine bile müsaade edilmemişti. İyi para kazanmıştı. Yusuf'a, sanki bu paraları hak etmemiş gibisine geliyordu. O elinden geleni yapmağa çalışmış, ancak, güreş mafyası, hakemleri satın alarak güreşmesine meydan bırakmamıştı. Yusuf, Amerika'dan Fransa'dakinin tam aksi duygularla ayrılıyordu. Fransa'da fazla para kazanamamış fakat istediği gibi güreşmişti. Orada kimse dalavere ile onu hükmen yenik ilan etmeğe çalışmamıştı. Tek hoşlanmadığı husus, Fransızların altedememiş olmanın verdiği duygularla, kendisini vahşi, gaddar ve merhametsiz ilan etmeleri olmuştu. Amerikalılarsa her fırsatta onun dürüst yanını, mert güreşini methetmiş, Fransa'dan fazla para kazanmasını sağlamış, fakat istediği gibi güreşmesine engel oldukları gibi, yendiği zaman galibiyeti normal olarak vermeye yanaşmamışlardı. İşte şimdi, 2 Temmuz 1898 Cumartesi günü öğleden sonra, bu koca, bambaşka memleketi Yusuf, terkediyordu, Bourgogne isimli bir Fransız gemisiyle. Gönlü, İstanbul'a, Şumnu'ya doğru, akıyor, mesafe dinlemiyordu. Gemi tayfasının çoğu İtalyan'dı. Şu İtalyanlar ne kadar gürültücüydü. Bağıra bağıra çalışıyorlar, bağıra bağıra konuşuyorlardı, seslerini işiten kavga ettiklerini sanırdı. Gözü Fransız gemisini pek tutmamış, gönlü de pek ısınmamıştı. Mehmed Ağa ve Brady, bu gemiyle yola çıkmasını istememişler, bir hafta sonra kalkacak Fransız gemisini beklemesini söylemişlerdi. Ancak, içi memleket, sıla, sevdiklerinin hasretiyle yanan Yusuf, onları dinlememiş, İtalyan gemisiyle gitmekte ısrar etmişti. Yusuf, dalgın gözlerle, Hürriyet anıtının ufukta silinişini izledi, görünmez olunca üçüncü mevkideki kamarasının yolunu tuttu. Yusuf, bulutlar arasında kaybolan ve hürriyeti temsil eden Hürriyet anıtı mı yalan söylüyor, yoksa Amerika'daki yaşadıklarını doğru mu anlayamamıştı, bilemedi. Bedeni yorgun, gönlü yorgundu. Bu yabancı eller, dili diline, dîni dînine, gülüşü gülüşüne, ağlayışı ağlamasına benzemeyen bu insanlar onu çok yormuştu. Geminin güvertesi tam manasıyla mahşer meydanı gibiydi. Tavuklar, hindiler ve kazlar insanlarla iç içeydi. Gemide, Suriyeli, Mısırlı Araplar, Macar, Avusturyalı, Sırp ve İtalyan göçmen gruplar çoğunluktaydı. Yusuf, dertleşebileceği Türkçe konuşan birini aramış ancak bulamamıştı. Çat pat İngilizcesiyle İtalyan tayfalara derdini anlatıyordu. Amerika'dan ayrılmayı çok arzu etmesine rağmen, sevinçli de değildi, anlatamadığı duygular içindeydi. Limanda telaş içinde öğle namazını kılamamıştı. Pusulasıyla kıbleyi tayin eden Yusuf, seferi olarak öğlenin farzını iki rekat kıldı. Namazdan sonra da hiçbir seyahatte yanından ayırmadığ küçük Kur'an-ı kerimini açtı yoruluncaya kadar okudu ve sonra uyudu. > DEVAMI VAR

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.