Ahmet, yolun iki tarafından kendisini alkışlayan Parislilerin arasından geçerken Kırkpınar'da birinci olan başpehlivanın Edirne'ye girişini hatırladı. Başpehlivan, ayağında kispeti, yalın ayak, koşar adımlarla ilerlerdi...Selimiye'ye pehlivanların kızılelmasına doğru...Yürürdü, köprünün iki tarafında dizilmiş çoluk çocuk, kadın erkek Edirnelileri, güreşseverleri selamlayarak. Ahmet hüzünlendi, ona nasip olmamıştı, yalın ayak, Selimiye'ye doğru koşmak, bir başpehlivan olarak... Şimdi, Paris'te, Frenk diyarında, şampiyonlar şampiyonu olarak yürüyordu. İki tarafında kendisine çiçek atan bayanların arasından geçerek. Paris'in Eyfel Kulesi'ne doğru. Kalabalığın arasında yürürken, çok süslü üniformalar giymiş biri, bir şeyler söyleyerek Ahmet'in önüne kesti. Ahmet, arkasından gelen Pierri'ye baktı. Pierri, konuştu ve Ahmet'e tercüme etti: -Beyim... Bu bir Rus prensi. Sizinle şuradaki cafede bir çay içmek istiyor. Ahmet, gülerek konuştu: -Tabii niçin olmasın? Biraz Plevne'den, Gazi Osman Paşa'dan bahsederiz. Rus prensi, Gazi Osman Paşa ve Plevne ismini duyunca kızardı, elleri titredi, ama Ahmet'in beklemediği bir cevap verdi: -Tabii bahsederiz... Plevne'deki camilerin nasıl kilise olduğundan... Avrupa'da Osmanlı'nın hatıralarının nasıl silindiğinden... Prensin her bir sözü, hancer olup Ahmet'in yüreğine saplandı. Plevne'yi, Rusçuk'u Silistre'yi, Niğbolu'yu, Lofça'yı, Şumnu'yu, Razgırad'ı ve daha nicelerini, burada yıkılan, yok edilen Osmanlı eserlerini... Yüzlerce yıllık ata yadigarı vatanların öldürülen çocukları, ihtiyarları, ırzına geçilen kadınları, göç yollarında, Kazak süvarileri ve Bulgar çeteleri tarafında katledilen yüzbinleri, soğuktan, açlıktan kırılanları hatırladı. Prense, söylediklerinden pişman oldu. Şampiyonlar şampiyonu olmanın doğurduğu kibir denen uyuşturucu aklını mı örtmüştü? Kendini beğenmişlik denen dışı gözler alan, içi çöplük olan dilbere mi yenilmişti? Kendine göre şaka yapmak istemişti, işe neler karışmış, nereye dönmüştü. Ahmet, üzgündü, fakat gereken cevabı vermeliydi: -Plevne ve Gazi Osman Paşa'yı hatırlattığım için prensten özür dilerim, onu yaraladım. Söyledikleri, sözlerinin hatırlattıkları, beni testere ile kesilmiş hale getirdi. Keşke bunlar yaşanmasaydı. Bu konuşulanlardan sonra, prens ile aynı masada oturmak hem onu hem beni üzer. Ahmet'in sözleri prense tercüme edilince şaşırdı. 'Şu Türkler nasıl insan. Bir yabancı karşısında bile yanlışlarından dönme cesareti gösterebiliyorlar' diye düşündü. Ve sordu: -Ortada affedilecek bir şey yok. Ahmet, bizim şampiyonumuzla güreşebilir mi? Ahmet, tereddütsüz cevapladı: -Bizim geleneğimizde güreşten kaçmak yoktur. Paris'e güreşmek için geldim. İstediğiniz zaman, istediğiniz yerde güreşiriz. Prens, Ahmet'in elini sıktı ve ayrıldılar. Ahmet, caddeleri dolduran Parislilerin inanılmaz tezahüratları altında bir müddet yürüdükten sonra, oteline döndü. Ahmet, 11 Ocak gününü istirahat ederek geçirdi. Pons gibi kendinden çok kilolu biriyle toplam 7 saat 40 dakika süren dört güreş yapmıştı. Osmanlı Paris Büyükelçiliği'nden bir telgraf getirdiler. Telgraf Abdülhamid Han'dan idi. Ahmet'i şampiyonlar şampiyonluğu için tebrik ediyordu. Koca Osmanlı Hakanının bu hassasiyeti Ahmet'i duygulandırdı. Şehit babası, gurbette halini sormuş gibi sevindi. ¥ DEVAMI VAR