26 Nisan 1900'ün bir öğlen öncesi, Ahmet, gurbeti sıla kılan bu küçük mescitteydi. Ezanın okunmasını, gönlünü kanatlandırıp Alaman diyarı Berlin'den ebedi güzelliklere ulaştırıcı İstanbul'a, oradan da Kabe'ye, iki cihanın efendisinin emanet edildiği nurlu şehir Medine'ye götürmesini bekliyordu. Bedeni Winsdorf mescidinde, gönlüyse Razgırad'ta, İstanbul'da, Selanik'te, Benoit'i hatırlatan Paris'teydi. "Allahü ekber! Allahü Ekber." Berlin'in kenar mahallesi Winsdorf'taki küçük mescitte ezan okunmağa başladı. İnanmıyanları, Allahü teala ve onun resulü Muhammed aleyhisselama inanmağa, kurtuluşa, müminleri de bütün hakikatleri kendinde toplayan namaza davet eden ezan... Ezanla birlikte, nereden nasıl çıktıkları belli olmayan çeşitli milletlerden, çeşitli mesleklerden insanlar mescidi doldurdu. Sağına soluna oturanlara bakan Ahmet, hayretler içinde kaldı. Kimisi sarıklı, kimisi fesli bu insanlar bir anda nereden gelmişlerdi. Saf tutup namaz kılındıktan sonra cemaat geldiği gibi yine sessizce ve birden bire dağıldı. Cami imamı da, esrarengiz bir kişiydi. Namaz sonrası mescitten ayrılmayan, bir kenarda boynunu büküp oturup kalan Ahmet'e bir şey dememiş, onu kendi haline bırakıp, çekip gitmişti. Ahmet, namaz sonrası, gönül huzuruna kavuşmuş, bu, beden ve zihin rahatlığı getirmişti. Beş aydır, ruhu ve bedeni görünmez bir mengenede sıkılmıştı. Bu küçük mescitte, tanımadığı kişilerle omuz omuza kıldığı öğle namazı bütün yorgunluğunu almıştı. Ahmet, dalıp gitmiş, oturduğu yerde uyuyup kalmıştı. Ahmet, omzuna dokunan bir el ile kayluleden uyandı. Karşısında gülen gözlerle mescit imamı vardı: -Yiğidim, Türksün değil mi? Ahmet, rüyada gibi cevap verdi: -Evet, Türküm, İstanbul'dan. -Yemekte bize eşlik edersen dünyalar vermiş gibi sevindirirsin. Ahmet, yemek davetini bu kadar mahçup bir şekilde yapan imamı sevdi, onda Koca Yusuf ağabeyini görür gibi oldu. Yemeği birlikte yediler. Ve tanıştılar. İmam Recep oğlu Halil, aslen Şumnulu'ymuş. Koca Yusuf'u yakından tanıyormuş. İstanbul medreselerinde okumuş. İstanbul'daki Alman Büyükelçiliğinde Arapça tercümanı olarak görev yapmış. Abdülhamid Han ile Alman İmparatoru'nun yakın ilişkileri sonucu Berlin'de mescit açılınca, az da olsa Almanca bildiği için Abdülhamid Han tarafından buraya gönderilmiş. Halil Hoca, Ahmet'e Berlin'i gezip gezmediğini sordu. Ahmet, gezmediğini söyleyince, rehberlik teklifinde bulundu, Ahmet de severek kabul etti. Berlin'in en önemli meydanına geldiklerinde Halil Hoca anlattı, Ahmet, dinledi: "Mitte, Almanca'da "orta" anlamına geliyor. Berlin Mitte olarak anılan bu bölge ise şehrin ilk kurulduğu alan. Dolayısıyla siyasi, kültürel ve ticari olarak şehrin kalbi burada atıyor. Tarihi binaların evsahipliği yaptığı çok sayıda müze, otel ve eğlence mekânı bu bölgede bulunuyor." Halil Hoca, İstanbul'daki Harbiye Nezaretinin girişine benzeyen ama ondan çok yüksek bir yapıyı işaret etti: -Bu Brandenburg Kapısı. 18. yüzyılda Berlin kentine girişi sağlayan 18 kapıdan en muhteşem olanı. Kapının en üst noktasında dört atın çektiği arabasında duran "Zafer Tanrıçası"nın heykeli var. Ahmet, merakla yukarı baktı. Tepeden bakan Zafer Tanrıçası heykelini gördü. Güldü. ¥ DEVAMI VAR