Yusuf, çaresiz, Gülçehre, sessizdi, ferman gelmiş uyulacaktı. Üç yavrusu, bacaklarına sarılmış, Yusuf'u bırakmak istemiyorlardı. Fransa'dan döndükten sonra Yusuf, güreş kovalamayı bırakmıştı. Yalnızca idman yapıyor, ancak güreşlere gitmiyordu. Hatırını kıramadığı kişiler araya girince bazı düğünlerde güreşmiş, sevenlerinin gönlünü hoş eylemişti. 1896 ve 1897 yıllarında, Yusuf, Kırkpınar dahil, hemen hemen büyük güreşlerin hiçbirine katılmamıştı. Fransa, Frenk diyarı Paris, gönül olarak onu o kadar yormuş, güreşten o kadar soğutmuştu ki, güreşin adını ağzına dahi almaz olmuş, bütün vakitlerini dört sevdiceği arasında geçirir, gözü başka hiçbir şeyi, Gülçehre ile tanışmazdan, evlat nimetine kavuşmazdan önce tek kara sevdalım dediği güreşi dahi hatırlamaz olmuştu. Ta ki, o gelene kadar. O gelmiş, hayatı yine altüst olmuştu. Ama uymağa mecburdu, başka çaresi de yoktu. 1897 yılının son günlerinde, bir telgraf gelmişti, İstanbul'dan, hem de Şumnu'nun Bulgar valisi bizzat kendisi getirmişti. Bulgaristan Osmanlı'ya bağlı bir prenslikti. İşte bu Osmanlı'ya bağlı prensliğin valisi eliyle bir telgraf gelmişti, Yusuf'a, dört sevdiceği arasında dünyayı, İstanbul'u, Paris'i unutmuş koca pehlivana. Telgraf, İstanbul'un, Edirne'nin, Bursa'nın, Selanik'in, Üsküp'ün, Mekke-Medine'nin, Bağdad'ın, Konya'nın, Erzurum'un padişahı, Müslümanların Halifesi, bütün mazlumların koruyucusu Halife Sultan Abdülhamid Han'dandı. Telgraf kısaydı, telgrafta, "Pehlivan evladım Yusuf, sana yine yol göründü. Acele İslambol'a gel" diyordu. Ulu Hakan, Osmanlı Padişahı, pehlivan evladım gel demişit, Yusuf nasıl hayır derdi, pehlivanlığın gereğini yerine getirmeliydi. Ah şu sevdiklerinden ayrılık olmasaydı. Aklı, ayrılık olmasa, sonsuz lezzetteki kavuşmak olur muydu, varlığımız hep ayrılık üzere değil mi, ruhlar aleminden ana rahmine, ana rahminden dünyaya, dünyadan kabre, hep ayrılık değil mi? Yüce Mevlamız, ayrılmamak üzere kavuşmanın, beraberliğin, ahırette olduğunu söylemedi mi, diyordu. Aklı bunları söylüyor, ancak gönlü dinlemiyor, sevdiklerinden ayrılmayı kabullenemiyordu. Yusuf, eğildi, üç evladını birden kucakladı, bağrına bastı, o anda gönlüne bir ateş düştü. Gönlündeki sıcaklık, ateş, bütün bedenine yayıldı, beyni sancıdı, evlatlarını son defa kucaklıyormuş gibisine geldi. Anlaşılan, iki yıla yakın süren son ayrılık ona çok dokunmuştu. Can parçalarını tek tek seven ve "Merak etmeyin döneceğim, hem de çok yakın zamanda." diyen Yusuf, gözyaşlarını içine akıtma gayretinde onları annelerine teslim etti. Kara sevdalısıyla vedalaşmağa gücü yoktu. Gülçehre'nin yüzüne bakmadan "Evlatlarım ilk önce Allahü tealaya sonra sana emanet. Ne olur, hakkını helal et, bu son ayrılığımız olacak" şeklinde son sözlerini söyleyen Yusuf, tahta bavullarını aldı, kendini bekleyen talikaya doğru yürüdü. Bir daha geri bakmadı, tam talikaya adımını atarken acı bir kişneme sesi duydu. Sesi tanıdı, geri baktı, bu yirmi yıllık can yoldaşı Karaok'tu, ahırın penceresinden başını çıkarmış kişniyor, Yusuf'a, bana veda etmeden mi gideceksin, diyordu. Yusuf, döndü, Karaok'un pencereden uzanan başını öptü, Karaok, hüzünlü hüzünlü kişmedi. Tekrar talikaya binmek üzere dönen Yusuf'un gönlü ve gözleri, elinde olmadan ciğerparelerine kaydı, analarının bacaklarına sarılmış kendisine bakan kuzularını ve boynunu bükmüş, al yazmasıyla gözyaşlarını silmeğe çalışan Gülçehre'sini gördü. DEVAMI VAR