Bilen değil de parayı veren düdüğü çalarsa ne olur? Tabii ki; ortaya pehlivanları coşturan, yürekleri kabartan, yiğitleri, erleri bir gül bahçesine girercesine şehitliğe, savaşa yollayan cenk havaları değil, teke zortlamasını bile aratan "zırt" sesleri çıkar. Günümüzdeki Kırkpınar ağalık uygulamasında, ne yazık ki, parayı veren düdüğü çalıyor. Sonra da ortalığı hiç hoş olmayan sesler kaplıyor. Parayı veren her TC vatandaşı, ahlaki durumu, cinsel tercihleri ve cinsiyeti tartışma konusu olmadan ağa olabilir. Ahlakını, cinsi tercihini tartışmak, ayrımcılık yapmaktır ve anayasal suçtur. Amacımız, parayı vererek ağa olan hiç kimseyi incitmek değil. Sözümüz, ağanın seçiliş şeklinedir. Bu tarz seçimle istenmeyen nice durumlarla karşılaşılabileceğine dikkat çekmek, ağa seçimi konusunda fikir vermek, teklif getirmek içindir. Çok değil, 50 yıl öncesine kadar parayı basan değil, ağalığa lâyık olan ağa seçilirdi. Kim tarafından mı, Kırkpınar'ın son gününde, hazır bulunan eşraf, itibarlı, hatırlı, Kırkpınar'ın manevi yönünü iyi bilen kimselerce. Bugün olduğu gibi parayı veren düdüğü çalmıyordu. Maddi-manevi yönden ağalığa, Kırkpınar'ın şanına uygun olan kişi ağa seçiliyordu. Açık artırma falan olmazdı. Güreşlerin sonunda, orada hazır bulunan eşrafça ağa olması kararlaştırılan zenginlerden birinin önüne koç bırakılırdı. Böylece de ağa seçilmiş olurdu. O günlerde televizyonlar olmadığından, kimse reklam yapmak için ağalığa soyunmazdı. Parayı veren değil, lâyık olan ağalık düdüğünü çalardı. Kimi mi seçerlerdi? Rumeli ağzıyla söyleyecek olursak, "En az sekiz kızanı, bahçesinde kovanı, çokça altını olanı" ve de cömerdi. Niçin sekiz kızanı olanı? Misafirine hizmette kusur edilmesin diye. Peki, bugün olduğu gibi bütün yük ağanın omuzlarında mı kalırdı? Hayır... Kesinlikle hayır. Kırkpınar'a gelen davetliler, ağa tarafından davul zurnayla karşılanır ve ağa çadırına götürülürdü. Çadıra götürülen misafirler, karınca kararınca altını ağanın oturduğu postun altına bırakırlardı. Bir kısmı da nakit yerine at, boğa, düve, sığır, koç, keçi gibi dereceye giren pehlivanlara ödül olarak verilen hayvanları getirip ağa çadırının önündeki ağaçlara bağlarlardı. Böylece, ağanın yükü paylaşılırdı. Bugünkü uygulamaya gelince... Pek söylemeye dilim varmıyor ama söylemeliyim. Bugünkü uygulamada, ağa tam manasıyla yolunacak kaz gibi görülmektedir. Pehlivanından gazetecisine, belediyesinden federasyonuna, seyircisinden misafirine... Hepsi ama hepsi ağadan bir şeyler koparmak derdinde... Kimse ağaya yardım etme çabasında değil. Peki çare ne? Çare; parayı basanın değil, lâyık olanın seçilmesinde. Lâyık olarak nasıl bulunacak ve seçilecek? Tıpkı eski günlerde olduğu gibi bir heyet, maddi-manevi açıdan Kırkpınar ağalığı yapmaya lâyık olana teklif götürecek. Kırkpınar gibi nice evrensel motiflerle süslü, anlatıldığında insanların dudaklarını uçuklatacak güzelliklerle bezenmiş tarihi bir geleneğin yaşatılması konusunda, teklif götürdüğü kişiyi ikna edecekler. Emekli hayatı yaşayan Rahmi Koç, niçin ağalığı kabul etmesin? Kırkpınar'a sahip çıkmak, onu tanıtmak, denizlerde gezmekten çok daha mı önemsiz? Güler Sabancı "hanım ağalığa" niçin he demesin? Senede beş gününü Kırkpınar'a ayıramaz mı? Hayır eserleri ve vakıflar için su gibi para döken Halis Ağa (Toprak) niçin ağa olmasın, kendisine Kırkpınar anlatılırsa? Bu zenginlerimiz, dünyada bir benzeri olmayan Kırkpınar için hayatlarında bir defa severek fedakârlığa niçin katlanmasınlar? Niçin kabul etmesinler ağalığı, onlara Kırkpınar'ın, ağalığın ne olduğu anlatılabilirse? Lâyık olanlar ağalığı kabul etmeli ki; Türkiye, Türk Milleti, Kırkpınar, Edirne, insanlık ve ağalığa tamam diyenler kazansın.