Telgraf, Viyana'daki bir organizatördendi. 23 Haziran-15 Temmuz 1900 tarihleri arasında Viyana Buşi Sirkinde yapılacak güreşlere davet ediyor, aylık 150 Fransız altını kazanacağını, dereceye girerse ayrıca ödül alacağını, yol masraflarının da karşılanacağını bildiriyordu. Ahmet ne yapsın bilemedi. Avrupa ismini duymak istemiyordu. Ama, Hikmet dede, kızılelmayı paylaşacağı güzele güreş kovalarken kavuşacağını söylemişti. Gitmek zorundaydı. Ahmet'in düşünceli halini gören Fırtına Selim, neşeyle konuştu: -Te be Ahmep Pehlivan. Niçin düşünürsün? Viyana'yı fethetmek koca Osmanlı'ya nasip olmadı. Ama bakarsın sana nasip olur... Fetih sözü, Kara Ahmet'i heyecanlandırdı: -Ne dedin sen, ne dedin? Viyana'yı fethetmek mi? Fırtına Selim güldü: -Ahmet Pehlivan. Bakıyorum, Viyana'yı fethetmek sözü seni heyecanlandırdı. Eee ne de olsa Deliormanlısın. Artık fetihler yalnızca orduyla değil be Pehlivan ağam. Güreş yarışmaları da yeni fetihlerin bir parçası. Ahmet, Fırtına Selim'in sözleriyle Hikmet dedeyi hatırladı. O da, "Artık fetihler değişti. Güreş ile Paris'i Viyana'yı fethedersin. Böylelikle Osmanlı'ya en güzel şekilde hizmet edersin." demişti. Selim'e döndü: -Haklısın Selim aga. Biz ne kadar istemesek görülen o ki bizim işimiz Avrupa ile... Neyse, işinizi bitirin de ben bir an önce çıkayım. İş bitince Ahmet, tam kapıdan çıkarken Fırtına Selim, ikaz etti: -Ahmet Pehlivan. Viyana'ya gideceksen, hazırlıklarını bir an önce bitir. 18 Haziran'da Sirkeci'den Sofya'ya tren kalkıyor, saat 6'da... Sofya'dan da Viyana'ya geçilecek. - Viyana'dakilere güreşlere katılacağımı bildirebilirsin. 18 Haziran'da Sirkeci Garında buluşuruz inşallah. *** Tren, gidiyor, Ahmet, seyrediyordu. Ormanları, hiç ummadığı yerde karşısına çıkan Tuna'yı ve derebey şatolarını, hisarlarını, kaleciklerini... 18 Haziran'da tekrar yola koyulmuştu, Viyana'ya gitmek buradaki güreşlere katılmak üzere. Hikmet dedenin sözü, hiç istememesine rağmen, onu yine gurbet yollarına düşürmüş, Viyana'nın Türk oğlunun son kızılelması olması, güreşle Viyana'nın fethi fikri, heyacanlandırmıştı. Kendisini, Tuna'yı takip ederek Avrupa içlerine akan akıncılar gibi görüyordu. Tuna'yı gördükçe, akıncıları hatırlayıp coşuyor, Plevne'yi, Osman Paşa'yı, Hikmet Dedeyi, şehit olan anne-babasını, Rus ve Bulgar zulmü altında ölen yüzbinleri, göç yollarında telef beşyüzbinleri hatırlayarak da kahroluyordu. Plevne savaşları sırasında, Türk milletinin vicdanı olarak doğan, "Tuna nehri akmam diyor/Etrafımı yıkmam diyor/Şanı büyük Osman Paşa/Plevne'den çıkmam diyor." marşı sözleri, gönlünü ve beynini kapladı. Ama olmamıştı işte. Tuna nehri akmış, etrafındaki Niğbolu, Silistre, Rusçuk, Ziştovi yıkılmıştı, harap edilmişti Rus ve Bulgar tarafından. Ve Osman Paşa da Plevne'den çıkmak zorunda kalmıştı hem de esir olarak. Ahmet, "Tuna'nın ve Osman Paşa'nın sesine kulak mı veremedik. Niçin bu hallere düştük." diye yirmiüç yıl boyunca kendine sormuş ama tatmin edici bir cevap bulamamıştı. İşte şimdi Viyana'ya, Türk'ün kızılelmasına, Avrupa'dan yüz geri edildiği, Osmanlı'nın düşüşünün başladığı diyara doğru gidiyordu. > DEVAMI VAR