Türkler anlaşılması zor insanlardı

A -
A +

Menajer, telaş içinde gazeteyi gösterdi. Elinde 21 Kasım 1895 tarihli Gil Blas gazetesi vardı. O konuştu, Petrov tercüme etti: -Yusuf Pehlivan. Pierri ve Tom Cannon, senden intikam almak için... sana rakip olarak İstanbul'dan Türk pehlivan getiriyorlarmış. Gazetede yazıyor. Menajer'in telaşlı halini gören Yusuf güldü: -Te be çorbacı, ne telaşlanırsınız? Ne kadar güzel, şöyle ağız tadıyla bir güreş yaparız. Kendisine rakip gelecek olmasına Yusuf'un sevinmesi, menajeri şaşırttı: -Gelen pehlivanlar senin İstanbul'da yenemediğin İbrahim pehlivan ve onun çırağı Kara Ahmet'miş. İbrahim Pehlivan ve Kara Ahmet ismini duyan Koca Yusuf, gök gürler gibi öyle bir "Allah, Allah" diye naralandı ki sanki otel temelinden sallandı. Yusuf'un narasıyla aklı başından gidecek gibi olan menajer, bir de koca pehlivan tarafından, "Gel bre seni kucaklayayım, böyle bir sevinçli haber getirdiğin için" denilerek kucaklanınca şaşkınlıktan olduğu yere çöktü. Bu Türkler, anlaşılması ne zor insanlardı, en zorlu rakibi gelince, şöyle bir ağız tadıyla güreşelim diyerek sevinçten havaya uçuyorlardı. Yusuf, Hergeleci İbrahim ve Kara Ahmet'in geleceğine çok sevinmişti. Kara Ahmet'i, çok özlemişti. Onu görünce, 93 Harbinde kaybettiği yakınlarını hatırlıyor, Kara Ahmet'i, onların bir emaneti gibi görüyordu. Onunla, Edirne'de, Selimiye Camisi bahçesindeki konuşmalarını bir türlü unutamıyordu. *** Her şey rüya gibi gelişmişti. Selanik limanında yaşadığı hadiseden sonra, sanki zaman hızlanmış, mekan küçülmüştü. Bir dilber ki elmanın ışıldamasına sebep olmuş... bir gemi ki bu dilberi götürmüş... Ve Ahmet, bir şey yapamadan bu geminin arkasından baka kalmıştı. Bu hadiseden sonra neler olmuştu neler... Rüyada görse inanamayacağı şeyler. Ahmet, İstanbul'da ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini bilmez vaziyette dolaşırken gelmişti... ustasına Paris'te güreşmesi teklifi... Ustası, fikrini sorunca, Ahmet, "Ustam, ne işimiz var, gavur diyarında." cevabını vermişti. Bunun üzerine, ustası, "Te be evladım. Niçin üle dersin bakarsın, elmayı paylaşacağın güzele orada rastlarız. Hikmet dede, 'Bu güzel; güreş peşinde koşarken karşına çıkacak. Bu sebepten, Osmanlı mülkü içinde veya dışında, hatta Frenk diyarlarında bile olsa hiçbir güleşi kaçırmamağa çalış.' diye vasiyet etmedi mi?" deyince akan sular durmuş. Ahmet'in aklına, kayığın içindekilerin İstanbullu ve Parisli kadınlar olduğu aklına gelmişti. Ustası, Paris'te güleş yapmasını teklif edenlere, "Eğer Ahmet de gelirse gelirim. Ahmet, grekoromen denilen Frenk güleşini benden iyi bilir." demiş, onlar da kabul edince, kendilerini bir anda Paris yollarında bulmuşlardı. Günlece süren deniz yolculuğundan sonra Madrid'e ulaşmışlardı. Daha önce hiç gemiye binmeyen Ahmet'i deniz yolculuğu epey hırpalamış, bir beşik gibi sallanan gemiyi sevememiş, Akdeniz'i Türk gölü haline getiren Hızır Reis'i, Kurtoğlu Muslihiddin, Turgut Reis'i hatırlayarak utanmıştı. Ve gidiyorlardı, Paris'e, Frenklerin en meşhur şehrine, Yusuf ağasının bulunduğu mekana doğru. Kimbilir, belki de elmayı paylaşağı bir ahu gözlünün bulunduğu diyara doğru. > DEVAMI VAR

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.