Yaşlı gözlerle kendisine bakan Yusuf'tu. Raci Efendi, Yusuf'a karşı hep mahcubiyet içindeydi. Yusuf'un ne kendimizi savunalım ne de göç edelim şeklindeki isteğini yerine getirebilmişti. Yusuf'a baktıkça acizliğini, suçluluğuna daha iyi anlıyordu, bu sebepten onunla göz göze gelmemeğe çalışıyordu. İşte Yusuf'a şimdi yakalanmıştı. Yusuf'un bakışlarında, "Tövbe itmekle kurtulacağını sanıyorsun Raci Efendi. Suçsuz yere zulümle öldürülen binnerce masumun kul hakkını nası ödeyecek, bunu nası affettireceksin" manasını okur gibi oldu, daha çaresizleşti, mahcubiyeti dayanılmaza yükseldi, alelacele gözyaşlarını titreyen eliyle silmeğe çalıştı: -Yusuf, evladım, buyur bi şey mi vardı? Yusuf, Eski Zağra'nın işgali sırasında pasif davrandı, kendisinin elini kolunu bağladı diye düşündüğü Raci Efendi'ye kızıyordu. Bununla beraber bu Osmanlı Efendisi'ni yine de çok seviyor, hürmette kusur etmiyordu. Onun gözyaşlarını silmek, mahcubiyetini gizlemek için çabalayan halini görünce, yüreği cız etti elindeki, battaniyeyi uzattı: -Efendi buba, hava serinnedi. Raci Efendi, kan kırmızı hüzün çiçekleri içinde açan bir papatya misali gülümsedi: -Allah irazı olsun Yusuf'um. Alevler içinde kavrulan güzel kasabamızı, bi şey yapamamanın çaresizliği ve utancında seyrediyordum. Yusuf, "Ah bre efendi buba, keşke bu güzel vatanımızı savunmak için herşeyinizi ortaya dökerek gayret etseydiniz de şimdi bu hallere düşmeseydiniz" dememek için kendini zor tuttu. Bulgar ve Rus hançerleriyle yaralanmış bir gönlü bir de hançerlerin en vurucusu söz hançeriyle şifa bulmaz şekilde yaralamak istemedi. -Utanc, dedi, siz yaşlılardan daha çok biz gençlere düşer, eğer, biz gençler gayret itseydik bu durumlara düşmezdik efendim. Raci Efendi, bir şey demeden, Yusuf'un elindeki battaniyeyi aldı, sessizce karanlıkta uzaklaştı, Raci Efendi, bir şey diyemezdi. Onun yerine cevabı, gözlerinden beyaz sakallarına süzülen oradan da Rumeli toprağına kavuşan iki damla gözyaşı vermişti. Eski Zağra'da 31 Temmuz günü, tan yeri, acılar üstüne ağarmıştı. Kasaba dışında sabahlayanlar, yaşadıklarına, başlarına gelenlere inanamıyorlardı. Vatanlarında geceleyememişler, onun için için yanışını seyretmişler ve onu terk etmek için yola çıkmışlardı. "Geri döncez, inşallah" diyorlardı. Dönmek mi kimbilir? Terkedenin bir daha dönmeğe gücü yeter miydi? Yetse de, toprak kabul eder miydi? Gidenler dönememişlerdi. Onlar dönebilir miydi? Ahaliden söz sahipleri toplanarak, konuştular, kimisi Çırpan'a, kimisi de Edirne'ye gidilmesini teklif etti. Çırpan'ın her an tehdit altında olduğu söylenerek, Edirne'ye gidilmesine karar verildi ve durum, Süleyman Paşa'ya iletildi. Paşa da Edirne'ye göç etmelerini uygun buldu. Önce Karapınar'a oradan da Edirne'ye geçmelerini, kendisinin göç edenlerin emniyetini sağlayacağını söyledi. Ve yola düştüler. Temmuz'un çok sıcak günlerinde, yolların tozu, suyun azlığı, yolculuğun garipliği ve üzüntüsü o derece şiddetli idi ki, anlatabilmek çok güçtü. Çekilen zahmeti, acıyı, utancı, meşakkati ve çileyi anlatmaksa imkansızdı. Eski Zağra'nın dillere destan konaklarında, erkek horozlardan bile sakınılarak yetiştirilen, çok konforlu faytonlarda bile incinen, hafif güneşli havada dahi şemsiyyesiz gezemeyen, kelebek gibi en ufak rüzgardan etkilenen nazlı hanımlar, toz toprak içinde, kızıl güneş altında, yürüyor, omuzlarında yük taşıyor, öküz arabalarının önünde koşmağa çalışıyorlardı. Devamı var