Hakem ve jüri heyeti, uzun tartışmalardan sonra, Yusuf'un yaptığı oyunun yasak olmadığına karar verdiler, güreşi tatil ettiler. Hergeleci, Yusuf'u sordu, soyunma odasında olduğunu haber alınca, sefir ile birlikte hemen onun yanına gittiler. Yusuf'u gözleri kızarmış, sırtından kanlar akıyor halde gördüler. Hergeleci, Yusuf'un boynuna sarıldı: -Te be Yusuf ağam, hakkını helal et. Böyle olmasını istemezdim. Yusuf, yaşlı gözlerle cevap verdi: -Asıl sen hakkını helal et be İbram. Paris'teki ilk güreşin yarım kaldı. Burada hakkıyla güreş yapamadığım için iyice hamlaşmıştım, güreş devam etseydi, rahat beni yenerdin. Hergeleci güldü: -Te be Yusuf ağam, sana vurarak güreşi kesmeselerdi, yenilmiş, göbeğim Paris'in yıldızların görmüştü. -A be seni yenmek o kadar kolay mı, bir yolunu bulur, mutlaka kurtulurdun. Sefir, doktor çağırdı, doktor yaralarına bakım yaparken Yusuf, Sefire bir çocuk gibi yalvardı: -Efendim. Ne olur, bana artık müsaade edin. Bu Fransızların yaptıklarına dayanacak gücüm kalmadı artık. Sefir gülümsedi: -Seni, Paris'ten ayrılmaya zorlayan yalnızca Fransızlar mı? Yusuf, boynunu büktü: -Sefir hazretleri, çoluk çocuğun hasreti de dayanılmaz oldu. Hasretlik her yerde zor. Ama dili dilimize, dini dinimize, âdetleri âdetlerimize benzemeyen Frenkler içinde çok daha zor oluyor. Sefir, öz evladını seven bir baba gibi Yusuf'a sarıldı: -Yusuf'um ben de sana bugün müjdeyi verecektim. Padişah efendimiz, memlekete dönmeni uygun gördüler. İstanbul'a gelince beni görsün, oradan da memleketine geçsin, buyurdular. Yıldız Sarayı nizamiyesine gelince, Sermed Efendiyi görmek istediğini söyleyeceksin, o, seni Padişah efendimize ulaştıracak. Müjdeli haberi duyan Yusuf, Sefir efendi'nin eline sarıldı, babasının elini öpercesine öptü. * * * -Hay bre Yusuf'um, Pehlivan evladım, hoş gelmişsin, sefalar getirmişsin. Yaklaş, şöyle bir sarılayım sana. Koca Osmanlı Sultanı, hâlâ üç kıtadaki topraklara hükmeden, Müslümanların Halifesi Abdülhamid Han, Koca Yusuf'u bir babanın evladını bağrına basması gibi kucakladı. Koca Yusuf, bütün dert ve sıkıntılarının gittiğini hissetti. 1896 yılının Ocak başında, Yusuf, ekibiyle birlikte İstanbul'a ulaşmış, Yıldız Sarayı'na geldiğinde daha Sermed Efendi derken onu hemen içeri almışlardı. Abdülhamid Han, Koca Yusuf'u iki omuzundan tuttu, uzun müddet yüzüne, gözlerine baktı, koca padişahın göz pınarlarından iki damla gözyaşı süzüldü, Abdülhamid Han, hiç telaş etmedi, gayet zarif bir şekilde İstanbulin ceketinin iç cebinden bir mendil çıkardı, göz yaşlarını sildi, Yusuf'ta neler görmüş, onu görünce neler hatırlamıştı acaba? Yusuf, koca Osmanlı padişahının ağlatanın ne olduğunu bilmek için, sahip bulunduğu herşeyi vermeğe hazır olduğunu hissetti. Yusuf, padişahın, bir evlada kavuşan babanın hisleriyle ağladığını öğrenseydi ne yapardı acaba? Padişah, omuzlarından tutarak Yusuf'u koltuğa oturttu, kendisi de hemen karşısına geçti, hal hatır sorduktan sonra,Yusuf Pehlivan, Paris'te yüzüm ak eylediğin gibi yüce Mevlam da senin yüzünü iki cihanda ak eylesin, orada Osmanlıyı çok güzel temsil ettiniz, orduların savaş meydanlarında yapamadığını yaptınız. Hele anlat evladım, dedi, Paris'te neler gördün, Parislilerle ilgili intibaların, kanaatin nedir? Neler yaşadın? DEVAMI VAR