Tezkere krizinden sonra gerilen Türk-Amerikan ilişkileri ABD'de geniş biçimde sorgulanmaya başladı. Bunun böyle olacağı belliydi. Ama Türkiye'de bazı kesimler ve tezkereye "hayır" denmesini demokratik bir zafer olarak değerlendirenler, bu yalın gerçeği maalesef göremediler. Türk-Amerikan ilişkileri, rahmetli Turgut Özal'ın büyük vizyonu ile, stratejik bir temele oturmuştu. Başkan Clinton döneminde ABD tarafı bu stratejik ortaklığın gelişmesi yönünde önemli adımlar atmıştı. Böylece 21. yüzyılda iki ülke arasında büyük bir stratejik işbirliği potansiyeli ortaya çıktı. Büyük umutlar ve beklentiler oluştu. Türkiye'nin sadece bölgesinde değil, Orta Asya'dan Balkanlar'a, Kafkaslar'dan tüm İslam Dünyası'na "model olabilecek" bir pozisyonu bulunduğunu Amerikalı yetkililer her vesile ile dile getirir oldular. Ancak teoride ortaya konulan bu stratejik ortaklık potansiyelinin, pratikte bazı zorlukları bulunuyordu. Bu zorlukların başında da, "Türkiye'nin kendine özgü demokrasisi" geliyor. Evet Türkiye, demokratik bir ülke kabul ediliyor. Ama bu demokrasi, ne AB'de, ne de ABD'de görülen uygulamalara pek benzemiyor. Kâğıt üzerinde herşey tamam. Ancak uygulamalardaki farklılık ve batı standartlarından sapmalar, herkesin malumu. Gerek Amerikalı yetkililer, gerekse Washington'daki Türkiye uzmanları, Türk Demokrasisi'ndeki eksiklikleri, insan hakları ile ilgili olumsuzlukları ve demokrasinin üzerindeki "derin sistem etkisini" her vesile ile vurguluyorlar. Ayrıca bu konuda Türkiye'den daima daha ileri adımlar atması bekleniyor. Gerçi Türkiye Kopenhag Kriterleri'ne uyum amacıyla bir dizi düzenleme yapmakta. Bu süreç halen devam ediyor. Ayrıca IMF'nin etkisiyle bir dizi ekonomik reformu da başardı. Ama sorunlar bu noktada başlıyor. Zira bunca düzenleme ve reform paketlerine rağmen Türkiye, yapısal değişim sürecine gerektiği şekilde bir türlü giremiyor. Derin sistemde korkunç bir direnme var. Bu direnme ve demokrasi üzerindeki gölgeler, geçmişte ABD tarafından çeşitli vesilelerle gündeme getirildiyseler de, ilişkilerin gelişmesini belirleyecek "ana kriterler" olarak görülmedi. Özellikle Pentagon'un Türk askerleri ile "güvenli ve olumlu" ilişkileri, Amerikan yönetimlerinin Türkiye'ye demokrasi konusunda daha fazla bastırmasını önledi. Ancak ABD'ye 11 Eylül terör saldırısından sonra başlayan yeni süreçte, demokratikleşme, hem terörle mücadelede hem de globalleşmede, önemli bir kriter haline geldi. Eskiden sadece Amerika'nın menfaatleri söz konusuydu. Çıkarlara dokunulmadığı sürece diktatörlerle, baskı rejimleri ile "müttefik" olmadan hiç çekinmedi ABD.. Ama şimdi durum değişti. Pentagon'un şahinleri bile demokrasi diyor!, ABD okyanus ötelerindeki baskıcı rejimleri devirmek üzere savaşa giriyor. Irak'a müdahalesinin sadece bu ülkeye demokrasi getirilmesi ile sınırlı kalmayacağını, Ortadoğu'daki bütün ülkelerin demokratikleşme sürecine gireceğini vurguluyor. ABD Savunma Bakan Vekili Wolfowitz ile Dışişleri Bakan Yardımcısı Grossman'ın Türkiye ile ilgili açıklamalarına bir de bu açıdan bakmakta fayda var. Tezkere krizi ile ortaya çıkan ve stratejik ortaklığı buzdolabına koyan bu yeni durumda, Türk-Amerikan ilişkilerinin bundan böyle nasıl gelişmesi gerektiğinin çerçevesini çizmeye yönelik açıklamalar bunlar.. Üstelik Grossman ve Wolfowitz gibi Türkiye dostlarının düşünülmüş, dozajı ayarlanmış ve zamanlaması itibariyle de tesadüfi olmayan açıklamalar.. Stratejik ortaklık, örtüşen menfaatler ve güven demek! Türkiye, Saddam gibi bir diktatörün devrilmesinde bile, Amerika'nın isteklerine karşı çıkarak farklı bir konuma girdi. Türkiye'siz operasyon düşünmeyen ABD'yi, Türkiye dışındaki seçeneklere yöneltti. Eğer, Irak Savaşı böylesine kolay kazanılmayıp, Amerikan kayıpları binleri bulan bir durum ortaya çıksaydı, Türkiye'nin işi o zaman çok daha zor olacaktı. Bu kayıpların faturası bize çıkacaktı. Allah'tan bu korkulan olmadı! Türkiye, hayal kırıklığına yolaçan, güven zedeleyen bir "dost" konumunda kaldı. Şimdi Wolfowitz ABD'deki bu hayal kırıklığını, Türkiye'nin iyi değerlendirmesi gerektiğini "dostça" söylüyor. Gelecekte Türk-Amerikan ilişkilerinin oturacağı zeminin, bundan ders alınarak inşa edileceğini vurguluyor. İlişkilerin gelişmesinde bundan böyle demokratikleşme ve yapısal değişimlerin önemli olacağını belirtiyor. Özetle, "değişim ve yeni bir anlayış gerekli!" diyor. Türkiye, aynaya bakmaktan korkmamalı. Amerika'nın nerede hata yaptığını araştırıp söylemek yerine, varsa kendi hatalarını bulup tamir etme sürecine girebilmeli. Yoksa, fırsatların hoyratça harcanması, kaçınılmaz olacak. Artık duygusal değil, sağduyu ile ve basiret ile hareket etme zamanı. Geçmişten ibret alarak geleceğe bakmak en doğru yol görünecek. Powell, Grossman ve Wolfowitz bunları söyleyerek adım attılar. Şimdi top Türkiye'de. Bakalım Türkiye, nasıl adım atacak? Bekleyelim görelim.