Dersaadet âşığı Süheyl Ünver

A -
A +

Anlatmıştık, Dr. Süheyl Ünver, Osmanlı ile ilgilenenlerin izlendiği, fişlendiği yıllarda korkusuzca çalışır, muhteşem medeniyetimizin kapılarını aralar. Cesareti bir yana donanımlıdır. Öyle ya yüzlerce değişik mevzuda kalem oynatabilmek için ustaların üstadların yanında diz kırmış olmalıdır. Hattat Şevki Efendinin torunu olmak az bahtiyarlık değildir ama dahasını da arar, sayıları azalmakta olan sanatkârlardan (Ebrûcu Necmeddin Efendi, Ressam Hoca Ali Rıza) hisse kapmaya bakar. Çizgilerden, desenlerden oluşan elvan elvan bir âleme yelken açar. "Sevdiğim İstanbul" için çeker çarıklarını Karacaahmet, Topkapı, Kuruçeşme, Salacak, Üsküdar, Eyüpsultan, Silivrikapı, Harem, Beykoz, Kandilli, Anadoluhisarı, Haseki, Gümüşsuyu ve Çamlıca'yı turlar. Erguvanla yatar, sümbülle kalkar, pembe pembe dallar, mor salkımlı duvarlar. Onun tabloları çok çok olsun 50 yıllıktır ama buram buram Osmanlı kokar. Erguvan boğazı Süheyl Ünver "Neden İstanbul'da mayıslara erguvan ayı demezler" diye sorar, "hem neden Boğaziçi'ni 'Erguvan Boğazı' diye anmazlar. Eşinizi, arkadaşlarınızı alıp vapura binin, Boğaz'da bir erguvan seyri yapın. Karadan geçip gitmek hem Boğaz'a ve hem erguvanlara hakaret. Üsküdar Fethi Paşa Korusu'nda çay yudumlayın, gelin gibi süslenmiş çiçeklere bakın, hayallere dalın." Şairlerin, üzerindeki çiy damlalarını, yakuta benzettiği erguvanların hisli oldukları söylenir. Meğer sahibi sahibesi ölünce kururmuşlar da filan... Gül neşenize güler, erguvan mateminize ağlar. Süheyl Hoca "Erguvana şiir söyleme, zaten kendi şiir. Gör ve duy, kâfi" der, yani o kadar... Mahya işinden iyi anlar ve çok güzel anlatır: Ramazan-ı şerifin ilk günlerde "Merhaba" ve "Hoşgeldin Ey Şehri Ramazan" gibi yazılar olurdu. Sonraki günlerde, "Ya Rahman", "Ya Kerim", "Ya Sübhan"... Son on beş gün içinde gemi, kayık, balık, karanfil, lale, Kız Kulesi, fıskiye gibi resimler dizilir; sonunda ise bütün camilerde aynı yazı parlardı: "Elveda Ey Şehri Ramazan. Hattat Hafız Ahmed Kefevi, pek mahir mahya ustaları yetiştirdi. Abdüllatif Efendi hareketli mahyalar yapardı, üstteki halatta arabaları yürütür, ortadakine köprü resmi yerleştirirdi. Alttaki halatta da kayık ve balık resimleri gezdirirdi. 1928'de devlet tarafından mahya ustalarının maaşları kesildi, kandil yağı verilmedi. Minareler arasına "Vergi ödemek kutsaldır" gibi cümleler gerildi. Şehremaneti Haseki Nisa Hastanesi Dahiliye ve İntaniye Servisinde asistanlığını yaptığı hocası Akil Muhtar Bey'e bir gün "ah sizin yarınız kadar olabilsek" der. Hocası felaket kızar, "Süheyl! Sen benim yarım, taleben de senin yarın olursa, ortada bir şey kalmaz. Sen beni geç, talebelerin de seni aşsınlar!" Süheyl Hoca gençlere 'Herkesin bir mesleği, bir de meşgalesi olmalı" der. "O meşgale elbette medeniyetimizdir, kayıp hazinelerimizi keşfetmeliyiz. Ben size bir öğretiyorum, siz diğerlerine bin öğreteceksiniz. Arşivleri, mezar taşlarını, kütüphaneleri tarayacak, sonraki nesillere ileteceksiniz." Nitekim kendi de ömrünü yıkık viranelerde, tozlu kütüphanelerde geçirir. Yetmez yurt dışındaki belgelere de ulaşmaya çalışır. TIME dergisinde okuduğu bir haber üzerine bir vesikanın peşine düşer. Ki o yıllarda Galata'da oturan Cenevizli tacir Fatih'in son günlerini anlatmaktadır. Tam belgenin izini bulmuştur ki satıldığını duyar. Dostlarını, meslektaşlarını eşine takar. Nitekim zikrolunan evrak Princeton Üniversitesi Kütüphanesinde karşısına çıkar, onca uğraştan sonra Türkçe'ye çevirir de içi rahatlar. Süheyl Ünver suluboya takımını yanından ayırmaz. Ne da olsa Üsküdarlı Hoca Ali Rıza'nın talebesidir, rast geldiği irili ufaklı eserlerin resimlerini yapar. Yine bir resim... Ve ardında kendi kaleminden satırlar: "Kalamış'ta 8. 12. 1953 akşamı böyle imiş demek. Belvü sahil gazinosu. Evet, bugün de mevcut ama 32 sene önceki havası yok. 50 sene önce burada olan Kalpso Oteli de yok. Sağ başta, resimdeki yalıyı görmüş çizmişim ama o temiz hava yok. Şu caddeye nazır köşkte yaşayan Münir Nurettin de yok. Yok yok yok... Bu nâtamam hatıra daha başka ne ifade edebilirdi bilmem. 1. 12. 1985" Başka yoldan Talebelerine 'İstanbul'da bir yere gittiniz mi, sakın ola aynı hattan dönmeyin" der, "Başka yolları da görün ve başka sırları da keşfedin. Gördüklerinizi çizin, duyduklarınızı yazın. Unutmayın satırda kalır, hatırda kalmaz!" İçkiye sigaraya pek karşıdır, ki bu biraz da hekimliğin icabıdır. Ona göre İstanbul'un imarından ziyade İstanbullu'nun imarı lâzımdır. İnsan % 20 okuyarak öğrenir, % 80 sohbetle yetişir. O halde muhabbet için bahaneler bulunmalıdır. Toplantılarda "İhtiraslar insanı yıpratır" der, "ancak ilim hırsı, iyilik hırsı başka. Hakiki saadet başkalarının mesud olmasını arzulamakta. Şöhret afettir, dünya kendine meyledenden kaçar, kaçanı kovalar. İtidal üzere olun, akıllılar ne meserrete sevinir, ne de felâket karşısında kendini hırpalar!" Arapça kesmekten gelen "Kaat'ı" sanatını o bulur çıkarır, gençlere anlatır. Kızı Gülbün Mesara sanatı derinleştirir, adeta omuzlar. Emekliye ayrılmasına rağmen (1973) çalışmalarına ara vermez, dolu dolu yaşar 1986 yılında vefat eder ki Edirnekapı Sakızağacı'nda yatar. >>> Sultanın intizarı! "Fatih İstanbul'u alıp Ayasofya'ya yönelmiştir. Bir izbeden iniltiler işitir. Adamlarını ol cihete gönderir. Perişan bir keşiş bulup getirirler. Sorar "Niçin hapsedildin?" - Kuşatma esnasında İmparator Konstantin'e "boşuna uğraşma, şehir Türklerin eline geçecek" dedim, ki gördüğünüz gibi haklı idim. - Peki İstanbul bizim elimizden çıkar mı? - Elinizden harp ve darp ile çıkacağını sanmam, lakin emlak ve arazilerinizi Rumlara satarsanız sizde de durmaz. Fatih ellerini açıp beddua eder: "İstanbul'daki mülklerini ecnebilere satanlar, Allah'ın gazabına uğrasınlar!" İstanbul Risalelerinden

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.