Nalıncı Hacı Cemal Efendi klasik bir Kırım tatarıdır, çekik gözlüdür, elmacık kemikleri çıkık çıkıktır. Adviye Hanım ise taaa Afrika'dan dersaadete göçmüş bir Sudanlıdır. İhtimal esmerce ve kıvırcık saçlıdır. İkisi evlenir, Haseki'yi mekân tutarlar. Çok geçmeden Mustafa Abdülhalim doğar (20 Şaban 1315). Bu şirin oğlancık annesinden de babasından da izler taşır. Melezler kabiliyetli olur derler ya, onu tanıyanlar bu söze yürekten inanır. Abdülhalim önce Esekapı (İsakapı) İptidai Mektebi'ni tamamlar, sonra Gülşen-i Maarif'e kaydını yaptırır. Bakın şu işe ki yazı hocası ünlü hattat Hâmid Aytaç'tır. Büyük usta ondaki istidadı görür ve yakinen alakadar olur. Bir diğer hocası Necib Efendizade Ferid ise "sen Rakım-ı sani olacaksın" der, "cami kubbelerine boyundan büyük harfler yazacaksın!" Abdülhalim Efendi bilahare Sanayi-i Nefîse Mektebine başlar sonra Medresetü'l-hattâtîn'de işin inceliklerini kavrar. Devrin en güzide hocalarından Hasan Rıza, Hulûsi Efendi, Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer ve Hattat Said'in önünde diz kırar. Sırf Hacı Kâmil Akdik'ten ders alabilmek için saatlerce yürür, hocası "Abdülhalim, bugün halim yok" diyorsa hiiiç üstelemez, yüzünü görmeyi bile kâr sayar. Kalem efendisi Derken Dîvan-ı Hümâyun Kalemine memur olur, vatan borcunu Askerî Matbaa'da tamamlar. Bir süre de Evkaf ve Devlet Matbaası'nda vazife yaptıktan sonra Bâbıali Caddesi'nde bir yazıhane açar (1924) "serbest hattat" olarak çalışmaya başlar. İşte en güzel eserlerini o yıllarda yazar, ancak 1928'de harf inkılâbı yapılır ve yeryüzünün belki en mahir hattatı ortada kalakalır. Abdülhalim, halim selim biridir, gider Silivrikapıda bir arazi alır, etrafına bir duvar (taş taşıyacak eller miydi onlar) yapar. Arnavut bahçıvanlar "boşuna uğraşma" deseler de üç bin kütük diker, üzüm yetiştirmeye kalkar. Bakarsan bağ olur, bu çorak zeminde tam otuz çeşit (çavuş, misket, razaki) üzüm yetiştirir, misafirlerine sunar. Ancak rençberlik ona göre değildir, zamanla yorulur, işin tadı tuzu kaçar. Arsızlar duvarlarını yıkar, bağa dalmakla da kalmaz, yaprakları yolar, dalları kırarlar. Güya bir köpeği vardır ama o da sahibine uyar, ne havlar ne hırlar, girene çıkana dostça bakar. Hasılı bağ harap olur, ev viranlar. Yalnızlıktan olacak ahbapların vefatlarını duydukça pek müteessir olur, içli içli ağlar. Hanımı da ölünce teselliyi yazıda arar, "suç olmasına rağmen" mürekkep ezer, kamış açar. Gizli saklı gelen siparişleri itina ile tamamlar, imzasını "sâbıkan hattat, hâlen bâğıbân" diye atar. Derken Demokratlar iktidara gelir, cami tamiratları yeniden başlar. Vakıflar idaresinden gelip kapısını çalarlar. Üstad büyük bir hevesle işe girişir, tarihî camilerin (mesela Kadırga Sokollu, Azapkapı, Sultan Selim) kubbelerine İsm-i Celâl, İsm-i Nebî, Ciharyâr-ı güzîn ve Aşere-i mübeşşere hazeratını yazar. Yine bu dönemde yaptırılan Şişli, Ankara Maltepe, İzmir Alsancak, Beyoğlu Ağa gibi onlarca caminin kubbe ve kuşak yazılarını tamamlar. İsmail Hakkı Altunbezer'in vefatı üzerine (1946) Güzel Sanatlar Akademisine Yazı Muallimi olarak tayin edilir ki hattat Necmeddin Okyay, Fermân-ı "en tueddû" elhak yerini buldu Cümle kulûb-ı yâran zevk-ı surûrla doldu Çek bâ-i besmeleyle yaz Necmi tarihin Hattat Hacı Halim Bey şanla muallim oldu şeklinde tarih düşürmekten kendini alamaz... Abdülhalim Efendi diğer bölümlerin talebelerini de çağırır, özellikle mimarlık okuyanlara "sizin eliniz yatkındır" der, onları kazanmaya bakar. Abdülhalim Hoca her çeşit yazıyı (sülüs, talik, rika) ustalıkla yazabilen nadir hattatlarımızdandır. Metni önce zihninde istif eder, harfleri, malzemeyi, zemini şöyle bir tartar. Sonra büyük bir hızla işe girişir, müsvedde ile uğraşmaz, şablon çıkarmaz, prova yapmaz. Ayan-ı sabitesi fevkalade kuvvetlidir, kafasındakini kâğıda dökmekte zorlanmaz. Seriyyü'l-kalem'dir (süratle yazar) eli akla durgunluk verecek bir hızla işler, görenler şaşar kalırlar. Bir gün Ressam Şeref Akdik Bey, Halim Hocayı otuz metre uzunluğunda bir kubbe yazısını çıtır çıtır yazarken görür. Bakar ki hemen kubbeye aktarılabilecek durumda, ne bir düzeltme, ne de bir istif hatası var. Yazıya esas teşkil eden sure-i celile tam otuzuncu metrede bitiverir ki duyulmuş görülmüş şey değildir. Öyle ya ölçseniz biçseniz bile sarkma ihtimali var. Yıpranmış, bozulmuş, silinmiş, eski el yazmalarını da aslından fark edilemeyecek şekilde onarıp tamamlar. Ağarlı kâğıt üzerinde dili ve parmağını ustalıkla kullanıp tashih yapar, hasılı hayli mürekkep yalar. Emekli olunca da (1963) yazıyı bırakamaz, Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii Medresesi'nde yazı dersleri verir, kâğıttan kamıştan kopamaz. Bilhassa celi sülüsteki sürat ve hakimiyeti ile Mustafa Rakım'a eş tutulan Abdülhalim Efendi'ye Londra Asfaltında bir araba çarpar. On gün kadar Çapa'da yattıktan sonra nurlu gözlerini fani âleme yumar. Talebeleri Sünbül Efendi Camii'nde cenaze namazını kılar, Kozlu Kabristanında dar-ı bekaya uğurlarlar. Halim Efendi'nin terekesi incelendiğinde, eski üstadların eserleri üzerinde epeyce ter döktüğü anlaşılır ki Şeyh Hamdullah, Hâfız Osman, Mustafa Râkım gibi hattatların tarzlarını yaşatmaya çalıştığı ortaya çıkar. Ferahlatan rüya Şimdi sırada bir rüya var. Hattat Hamid san'atını çok sever, yazıdan uzak kalmaktan pek korkar. "Ey Cenabı Rabb'ül âlemin, bana hayırlı ve uzun ömür ver de, senin ayetlerini ve güzel isimlerini yazmayı sürdüreyim" şeklinde dua yapar. İşte bu endişe ile uyuyakaldığı gecelerden birinde Hacı Abdülhalim Efendiyi görür. İçinden ırmakların aktığı mamur bir bahçede oturmuş, fevkalade yazılar yazmaktadır. Halim Efendi bir an ona döner ve "Hocam" der "yazıdan kopmadık işte, gördüğün gibi burada da yazdırıyorlar." Hattat Hamid bu rüya ile nasıl rahatlar, anlatamaz. Sevenlerine "artık gönül huzuru ile ölebilirim" diye fısıldar.