Kabaağaçlı Musa Cevat Şakir

A -
A +

Musa Cevat, tarihçi, edip ve vezir Mehmet Şakir Paşa'nın oğludur, 1890 yılında Girit'te doğar. Annesi o gece rüyasında Musa Aleyhisselamı gördüğü için oğluna bu adı koyar. Şakirpaşalar köklü bir ailedir, nitekim amcası Abdülhamid Han'a sadrazamlık (başbakanlık) yapar. Çocukluğu babasının elçi olarak gönderildiği Atina'da geçer, sonra Büyükada'ya taşınırlar (Helen kültürüne vukufiyeti buradan geliyor olacak). Okumayı sökmeden resim yapar, boya ve fırçalar arasında dünyadan kopar. İngilizce'si hayli iyidir, bu yüzden onu Robert Kolej'e yollarlar. "10 yaşında bir misyoner kuruluşu olan Robert Kolej' e gönderildim. Kütüphanede hayat dolu kitaplar vardı. Ama, 700 öğrenci arasında o kitaplar bir tek bana yasaktı. Gece yorganla battaniyeyi çadır yapar elektrik feneriyle, arkadaşlarıma aldırdığım kitapları okurdum. Çok yazardım İngilizce... Pazar günü kilisede okunanları yazmam istenince bıraktım. İnadına eşek arısı gibi vızıldayıp, uyuyan arkadaşlarımın kulaklarına nasıl çöp soktuğumu anlattım. Skandal oldu, paylandım,. Kolej' den sonra İngiltere'ye gönderildim. Porstmouth'u istiyordum, münasip görülmedi. Oxford'a zoraki gittim, en kolay mevzuyu seçtim. Üç dört yıl öğrendim, üç dört yıl da öğrendiklerimi unutmak için sarf ettim." Doğu Batı arasında 1913'te bir İtalyan'la evlenir ve bir süre Çizme'de yaşar. Burada resim dersleri alır, İtalyanca'sını ilerletirken Latince'nin de belini kırar. 1914'te Afyon'da babası Mehmet Şakir Paşa'yı (kaza kurşunuyla) öldürünce 14 yıl hapis alır. Yedi yıl yattıktan sonra verem olur, serbest bırakılır. İşgal yıllarında İstanbul'dadır, o acı ile tekkelere girer çıkar. Cübbesine bürünüp kavuğunu takar, bildiğiniz dervişlik yapar. İstanbul'un ne kadar camisi varsa gezer dolaşır, hulusu kalp ile el açar. Din devlet memleket sevgisi doruktadır, Medrese-tül Hattatin'de tezhip dersleri alır, ressamlığını da kullanıp fırçasını konuşturmaya başlar. Sonra Mesnevi'nin İngilizce tercümesine zaman harcar. Azıcık dik başlıdır, kimseye yalakalık yapmaz. Sırf başkasının çizgisinden gitmemek için çizgili kağıt dahi kullanmaz. Çorbayı kaynatmak için Resimli Ay ve İnci gibi dergilere kapak resimleri çizer, karikatürler karalar. Her ne kadar postu Babıaliye yaysa da ısmarlama işlerden tat almaz. Ara sıra Zekeriya Sertel'in çıkardığı Resimli Hafta'ya (Hüseyin Kenan müstear adıyla) hikayeler yollar. Ve bu hikayelerden biriyle başını derde sokar. Dilerseniz kısaca özetleyelim: Efendim, Umumi Harbin sonlarına doğru asker kaçakları artar. Bunlar "ibret-i müessire" kabilinden asılırlar. Kunduzlu Mehmet, seferberlik ilan edildiği günden beri askerdir, Çanakkale'de yaralanırsa da köyüne gidemez, hanımın yüzünü unutur, evladını koklayamaz. Suriye cephesinden, Galiçya'ya yollanır. Şimendifer tam evlerinin önünden geçmektedir ki dayanamaz, sessizce aşağıya atlar. Bir gece evinde yatar, ertesi sabah birliğine kavuşup selamını çakar. Gelgelelim "firari" damgası yemekten kurtulamaz. İttihatçılar onu tutar mapushaneye kapatırlar, damda üç er daha (Mahmud, Yunus, Himmet) vardır ve aynı suçtan yatarlar. Katiller, şakiler ve kırk defa hapisten kaçan mücrimler dururken onlar için alel acele karar çıkar. "İdam!" Garipler tahliye bekliyedursun darağaçları kurulur. İnfaz edileceklerini anlayan gençler çakılarını çakmaklarını, sırtlarındaki camadanlarını, bellerindeki kuşakları, ayaklarındaki kalçınları satar, parasını fukaraya dağıtırlar. Niyetlerini halis tutar, güzelce gusül abdesti alırlar. Kendilerini teselliye gelenleri ağırlar, sakin, vakur mütevekkil ölümü karşılarlar. Üç genç o gece uyuya kalır, Kunduzlu Mehmet ise Hisara baka baka sabahı eder, belki onlarca cigara yakar. Gün ağarırken ahşap merdivende güpleyen ayak sesleri ile toparlanır, subayın kısa sert emirlerini duyunca arkadaşlarını uyandırır. Kilit, sürgü, zincir şakırtıları derken kapı açılır, besmele çekerler, helalleşirler, boyun büker, teenni, metanet ve sukuti bir belagatla ölüme yürürler... Evet hikaye bu kadar. Mevzu içlidir, kimseye sataşmaz ama İstiklal Mahkemesi çift tarafı kesen ustura gibidir, buluttan nem kapar. Kaldı ki o günlerde şark meselesi alevlenmiştir, asker toplamaktadırlar. Yani yeri ve zamanı değildir, Cevat Şakir yazıyı geri çekmeyi arzular. Zekeriyya Sertel "ya git işin mi yok, ne var bunda" deyip baskıya yollar. O da üç lira telif ücretine fit olur, aldığını balığa marula yatırıp keyfine bakar. Aradan ne kadar geçer bilmiyoruz, Ramazan-ı şerif bayramı için kâğıtlı şeker alıp geldiği bir Üsküdar akşamında kapısı çalınır. Aaa polis. Balkanlarda kalan ve Yunan hükümeti tarafından kullanılan dede yadigarı emlakın parası mı yollandı acaba? Adamlar soğuktur, hesaba çekercesine sorarlar "Cevat Şakir sen misin?" -Evet. -Karakola geleceksin. -Ne o, bir şey mi var? -Biz bilmeyiz. Elveda İstanbul Çıkış o çıkış. Kaptıkları gibi alır götürür bir odaya tıkarlar. Ortalıkta bir İstiklal Mahkemesi sözü dolanır ama... Milliyetçidir, memleketçidir, kimseye laf sokmaz, rejimle uğraşmaz. İstiklal mahkemesinde yargılanacak ne suçu olabilir ki, aklı almaz. Sabah olur, külhanileri, ayyaşları salar, onu durdururlar. Ertesi sabah, seherle Haydarpaşa'ya koştururlar. Yolda Üsküdar'a, Karacaahmet mezarlığına, mahalle mescidlerine bakar, adeta vedalaşırlar. Trende Zekeriya Sertel'le karşılaşırlar, yanında jandarmalar... -N'oluyoruz yahu? -Senin hikayen iş açtı başımıza. -Eee demedim mi ben sana. -Korkmaaa. Bi şeycik olmaz, çok çok azarlayıp bırakırlar. Lokomotif oflar, puflar, katar kıpırdar. Moda, Kızıltoprak derken Kınalıada önünde hızlanırlar. Belki bir daha göremeyeceği Adalar'a son kez bakar. Aslında Ankara Hükümeti, nicedir çizgi dışı yazılar yazan Sertel'i cezalandırmayı arzulamaktadır, hikaye bahane olur, kurunun yanında yaş da yanar.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.