Korku dağları bekler. Son yüz sene böyle geçdi. İşgâl altındaki her memleket gibi. Birileri çıkıp meydanlarda bizim adımıza nutuklar atdı. Türk, Türk, Türk diyerek hançerelerini yırtdı. Yutmadık, yutar gibi de yapmadık. Sâdece sessiz kaldık. Yutkunduk. Ne olup ne bitdiğini başdan beri biliyorduk. Kaderimizi yaşayacakdık. Çok ağır bir imtihândı. Bizi biz yapan her şeye savaş açılmışdı. İslâmiyyet’e çöl kânûnu dediler. Din düşmanlığı varlık sebebleriydi. Yeni bir din de bulmuşlardı. Merâk edenler Türk Dil Kurumu’nun elli altmış sene önceki sözlüğüne bakabilir. Niye lûgat demedik. Buna lâyık değil de ondan. Bütün detayları düşündüler. Herkesin başına bir lenger konmalıydı ki insanlar secdeye varamasın. Câmi içlerine hayvan bağlamak maksadıyla demir halkalar ilâve etmeyi de unutmadılar. Bırakın “selamun aleyküm”ü, “merhaba” demek yasakdı. Günaydın, tünaydın zırvaları uyduruldu. Yeryüzüne asırlar boyu adâlet dağıtan hukûkumuz ortadan kaldırıldı. Maârifimiz yerle yeksân edildi. Gâyeleri ta’lîm terbiye değildi. Nesillerin imhâsını hedefliyorlardı. Türkçeye benzer bir dil konuşan fakat Türk gibi inanmayıp Türk gibi düşünmeyen bir nesil hayâllerini süslüyordu. Sulandıramadıkları ilmi bırakıp, içine her türlü çer çöpü doldurabilecekleri bilimi tercîh etdiler. Sonuna da bir “sel” ilâve edip büyük keşfi tamamladılar: Bilimsel. Dilimize savaş açıp köklerimizi kesdiler. Gûyâ Türkçemizi yabancı tasallutundan kurtarıyorlardı. Arabça olan “misâl” yerine “örnek” demeliydik. İyi de örnek neydi? Ermenice!
Önce ateistlik, sonra tenassur peşinde koşanlar ve onların bugünkü sulbü artık tamâmen deşifre olmuş durumda. Sâhibleri çâresiz. Önden geliyorlar olmuyor. Arkadan geliyorlar olmuyor. Sağ kapalı. Sol kapalı. Bacadan inmeye çalışıyorlar yine olmuyor. Ma’şerî aklımız her defasında oyunu bozuyor. Çıldırsalar da tepinseler de netîce değişmiyor.
Korku sırası onlarda. Bundan böyle ya durmaları gereken yerde duracaklar ya da her defasında hadleri bildirilecek. Bununla kalacak mıyız? Olur mu öyle şey? Hânemizdeki huzûru te’sîs edince reklam arası sona erecek. Yüz sene önce bırakdığımız yerden devâm edeceğiz. Bin türlü desîse ile sahneden indirilen ülkemiz her şeyiyle yeniden var olacak. Dünya ne Londra’dan ne de Washington’dan yönetilecek. Bu şehir eskiden olduğu gibi İstanbul olacak. Siyâsî, iktisâdî, ictimâî gidiş bu istikâmetde. En büyük zaafımız bir asırlık atâlet. Büyük düşünmeyi, büyük hayâller kurmayı yeniden öğrenmeliyiz. Teennî ne kadar güzelse korku o kadar çirkin. Bundan tam ma’nâsıyla kurtulmalıyız. Hangi ülke bizi işgâl edebilir tedirginliği her zerresine kadar çöpe atılmalı.
Ecdâdımızın yapdığını yapsak iş bitecek. Ertuğrul gâzî ve oğlu ve oğlunun oğlu ve diğerleri büyüme konusunda en ufak bir tereddüd göstermedi. Hele ilkler “Biz mütevâzıdan da mütevâzı bir beyliğiz. Haddi aşarsak kökümüzü kuruturlar” demedi. Tabîî ki ihtiyâtı elden bırakmadı. Osman gâzînin darbetdirdiği paranın fazla okunaklı olmayışı İlhânî düşmanlığını celbetmemek içindi. Ne var ki bu hassâsiyyeti gözetenler koşar adımlarla büyümeyi de ihmâl etmemişdi.
Üçyüz senelik savunma bitdi. Nekâhet döneminin son demlerindeyiz. Bunu garblılar daha iyi görüyor. Fakat yapabilecekleri bir şey yok. Bunu da biliyorlar. Biraz zaman kazanma peşindeler. Yeni fetihler çağını gecikdirmeye çalışıyorlar. “Acaba” diyorlar “bir çıkış yolu bulabilir miyiz?” Kusûra bakmayın. Hiçbir çıkış yolunuz yok. İslam’la şereflenmekden gayrı…