Osmânlıyı Osmânlı yapan toplum

A -
A +
"Osmânlı asâleti fedâkârlığı gerekdiriyordu; dolayısıyla onu bencillik üzerine kurulmuş Batı soyluluğundan ayırmamız gerekiyor..."
 
Cihân harbinin bitdiği seneler. Anadolu'da müdhiş bir kıtlık var. İnsanlar ta'bîr câizse bir kilo altınla bir kilo buğdayı takas edebilecek derecede aç. Refâhiyeliler de bundan müstesnâ değil. Açlığa çâre ararlarken müjde geliyor: "Âsım ağa ambarlarını ardına kadar açmış." Para adına neleri varsa keselere doldurup yollara düşüyorlar. Maksadları üç beş günlük de olsa yiyecek bir şeyler alabilmek. Tuzla Konağının önü insândan geçilmiyor, işiten gelmiş. Âsım ağa çıkıp sesleniyor: "Parası olanlar bir tarafa, olmayanlar diğer tarafa ayrılsın." Orada bulunanlar, hubûbâtı her hâlde parası olanlara verecek diye düşünüyor. Hattâ ba'zı açıkgözler tek kuruşları olmamasına rağmen paralılar tarafına geçiyor. Ardından ağa sözlerine devâm ediyor: "Biliyorum sıkıntınız büyük, yalnız hepinize yetecek kadar zahîrem yok. Bu yüzden elimdekileri parasızlara vereceğim; zîrâ diğerleri zor da olsa yiyecek satın alabilecek bir yer bulabilir..."
Bizler "ağa"yı Yeşilçamdan tanıdığımız için yukarıdaki hâdiseyi ma'nâlandırmakda zorluk çekiyoruz. Hâtırlarsanız filmlerdeki ağa köylüyü eşekden farklı görmeyen bir kişiydi. İnsanları döver, onlara söver ve hepsini karın tokluğuna çalışdırırdı. Hattâ çoğu zemân onları açlığa mahkûm ederdi. Kimsenin buna i'tirâz hakkı da yokdu. İ'tirâz sâhibi dövülür, biraz daha ileriye giderse köyden kovulurdu. Öldürüldüğü bile olurdu. Türlü zâlimlikler içindeki ağa bütün vaktini hîle düşünmekle geçirirdi. Köylüyü daha fazla ezebilmesi acebâ nasıl mümkün olabilirdi?.. Paraya son derece düşkündü. Ahlâksızdı da. Merhamet onun en uzak olduğu mefhumdu; gaddârlık varken şefkati kim ne yapacakdı? Hâfızalarınızı şöyle bir yoklarsanız aynı filmlerdeki bakkal, sütçü ve kapıcının da bundan farklı bir karakterde olmadığını hâtırlarsınız. Bakkal teraziyi bozmak, sütçü sütü sulandırmak, kapıcıysa paranın üstünü vermemek gibi gayri ahlâkî tavırlar içerisindedir. Evet, ağanın tutar tarafı yokdur, yokdur da, ona fazlaca kızmanın da bir ma'nâsı bulunmamakdadır. Nihâyet o en tepedeki ağanın küçük bir modelidir. Saydığımız menfîlikleri ve daha nicelerini umûmiyyetle yukarıdakilerden öğrenmişdir. Ekonominin bozulmasını Hindistan'daki muson yağmurlarına bağlayan "başağa" onun için müsbet bir misâl olmasa gerek!..
 
Çile adamı

Osmânlı asâleti fedâkârlığı gerekdiriyordu; dolayısiyle onu bencillik üzerine kurulmuş batı soyluluğundan ayırmamız gerekiyor. Asâletin en belirgin nişânı İslâmiyyetin yaşanmasıydı. Basamakları çıkmanın başka bir yolu yokdu. Bu bir istismar konusu da değildi, çünkü dönen çark buna müsâade etmeyecek kadar sağlamdı. Türlü sebeblerle sûret-i hakdan görünenlerin bunu devâm etdirebilmeleri imkânsızdı. Asâlet iyi giyinmek, havyar yemek, süt banyosu yapmak ma'nâsına gelmiyordu; asîl kişi bir çile adamıydı. Yüklendiği da'vânın altında ezilmeme mücâdelesi veren bir kahramândı o. Cem'iyyetini kendinden ayrı düşünmüyordu. Bir köle Müslimân olmak kaydıyla kızını dahi alabilirdi. Bir iffet timsâli olan kızını... Busbecq konuşsun: "Karılarının iffeti Türkler için o kadar önemlidir ki başka hiçbir milletde ona bu derece önem verildiğini göremezsiniz. Türk kadınları insânlara keten veyâ ipek peçeler arasından bakarlar, fakat kendi ciltlerinin en ufak bir kısmı dahi bir erkek tarafından görülemez. Türk kadınları kocalarının kardeşlerine bile görünmezler."
Osmânlı nizâmı insânların yükselmesini kolaylaşdıran bir yapıdaydı. İmkânlar toplumun her kesimine hitâb ediyordu. Vaktiyle esîr pazarında satılırken gördüğünüz kişiler bir müddet sonra çok farklı bir statüyle karşınıza çıkabilirdi. Asâletin zirvesindeki halîfe sultân aynı zemânda en fedâkâr kişiydi. Cömerdliği bütün malını hayır yolunda harcamakla sınırlı kalmıyor, çocuklarını, hattâ cânını fedâ edebilmeyi de gerekdiriyordu. Bizler devlet mefhûmunu idrâk edebilecek bir ortamda bulunmadığımızdan böylesine bir fedâkârlığın yapılabileceğini tahayyül dahi edemiyoruz. Bu milletin ayağını çarık sıkacak zihniyyetinde olanların, milletini dünyâ ve âhiretde mes'ûd görmek isteyenleri anlaması muhâldir.
Osmânlılar tam bir barış toplumuydu. Devletin sâhibi Müslimânlardı, fakat gayri müslimler de zulüm görmüyordu. Kânûnlara uyan herkesin râhat bir hayât sürme hakkı vardı. Cemâatlerin belli mahallelerde ikâmet etmeleri ictimâî âhengi artıran önemli bir husûsdu. Kasımpaşa'da Müslimânlar, Balat'da Yahudiler, Aya Dimitri'de Rumlar oturuyordu. İyi de bu insânlar hiç mi karşılaşmıyorlardı? Mahallelerine kapanarak bütün hayâtlarını orada mı geçiriyorlardı? Elbetde değil. Ancak her biri giydikleri kıyâfetden teşhîs edilebiliyor, böylece insânlar kiminle muhâtab olduklarını anlıyorlardı. Bu durum esâs i'tibâriyle Müslimânlar açısından önemliydi; gayri müslimlerin belli bir nizâma sokulması istikrâr demekdi. Bu arada Müslimânların da kânûnlara harfiyyen uymaları gerekdiğini unutmamalıyız. Şu hâlde her unsur çizilen hudûdlar dâhilinde hareket ediyor veyâ Osmânlının bir hukûk devleti olması sebebiyle etmek zorunda kalıyor, böylece ictimâî denge sağlanıyordu. Adâletin topuzu bu nizâmı bozmak isteyenlerin beyninde patlıyordu. Osmânlılar kânûn hâkimiyyetine öylesine ehemmiyyet veriyorlardı ki, ona uymayanlar kim olursa olsun hak etdiği cezâyı görüyordu. Bunun halk üzerindeki te'sîri ifâde edilemeyecek kadar büyükdü; cihân pâdişâhının oğlunu idâm etdirdiğini görenler suç işlemeye kolay kolay tâkat bulamasalar gerek. Şehzâdenin dahi kânûnun pençesinde parçalandığını görenler kime güvenip de suç işleyecek? Öyle anlaşılıyor ki Osmânlılar barış toplumunu ancak bir hukûk devletinin te'sîs edebileceğine inanmış bulunuyorlardı. Herkesin hareket edebileceği alan belliydi. Kimse haddini aşamazdı; vezîriazam dâhil, şeyhülislâm dâhil, pâdişâh dâhil... Şüphesiz bu sınırları İslâmiyyet çizmişdi. Meselâ pâdişâh için Mantran'a göz atalım: "Hükümdâr, tuğrasını taşıyan fermânlarıyla otoritesini her yerde icrâ etmekdedir; ordunun başıdır, andlaşmalar yapar, her göreve atamada bulunur. Ama şerî'at alanında en küçük bir yetkisi bile yokdur, bu yasayı ne değişdirebilir ne de yorumlayabilir; buna karşılık dünyevî alanda kânûn çıkartma yetkisi vardır." Tabîî bu son salâhiyyeti de İslâmiyyetden almışdır.
 
İlk budalalar
 
Osmânlı cem'iyyeti şahsiyyet sâhibi kibâr insânlardan kuruluydu. Devletin derin bir samîmiyyet ve fevkalâde bir azimle müsbetin te'sîsine çalışması iyi insân tipini ön plâna çıkarmışdı. Çocukların kafasındaki devlet adamı modeli Fâtih Sultân Mehmed'di. İlim adamı nâmzedlerinin karşısında Ebussuud Efendi duruyordu. Barbaros'un dilden dile dolaşan hikâyeleri denizlere açılmak isteyenleri yetişdirmişdi bile. Bugün yukarıdaki makâmları kimlerin doldurduğunu düşünüyoruz da memleketimizin istikbâli açısından derin bir üzüntüye kapılıyoruz. Osmânlı nezâketini bugünkü budalalıkla karışdırmamak lâzım. Onların sol elle yemek gibi bir takıntıları yokdu. Yer sofrasına oturuyorlar ve İslâmiyyetin izin verdiği kadar yiyorlardı. Öğünlerinin sayısı da bizimkinin yarısıydı. Kelimeleri i'tinâyla seçmeleri samîmiyyetlerine mâni' olmuyordu. "Gözüm cânım efendim sevdiğim devletli sultânım"dan daha sıcak bir ifâde düşünülebilir mi? Kibârlık budalaları ilk def'a Tanzîmâtla ortaya çıkdı. Ta'kîb eden yıllarda hanımların belli bir kesimi erkek doktorlara muâyene olmayı ma'rifet addeder oldular. Yolları az yemek, az uyumak ve az konuşmakdan da geçmiyordu. Türk örfü onlar için ma'nâsızdı; Fransız âile modeli bir güneş gibi dururken kim ne yapacakdı sarıklı Türk'ün örfünü? Ne var ki cem'iyyetimizin büyük kısmı bu ölçüde aydın (!) değildi; ekseriyyet Osmânlı kabalığını (!) temsîl ediyordu. Ülkede hâlâ akşam olunca evine giden, zamparalık nedir bilmeyen, nemâz vakitlerini dikkatle ta'kîb eden insânlar çoğunlukdaydı. Dolayısiyle omuzlarına binen yük büyükdü; batının değerlerini memleketimize taşımakla mükellefdiler. Bu yolda başarılı olmalıydılar; yirminci yüzyılın taşeronları onları ayıplamamalıydı.
Osmânlının önemli bir vasfı da cömerdlikdi. Paranın değeri hayra sebeb olmasından ileri geliyordu. Servetin fazlalığı câmilerin, çeşmelerin, hânların, hamamların ve akla gelebilecek bu kabîl diğer bütün müesseselerin çokluğu ma'nâsına geliyordu. En alt kademeden pâdişâha varıncaya kadar herkes bu fa'âliyyetin içerisindeydi. Cömerdlikleri imkânlarının genişliğinden kaynaklanmıyordu; hemen hiçbir dünyâlığı bulunmayanlar da en zenginler kadar eli açık insânlardı. Dolayısiyle onlar varken de cömerddiler, yokken de!.. Anlayışlarında isrâfa da cimriliğe de yer yokdu. Nefislerine hâkim olma yolunda mühim başarılar elde eden insânların ifrât ve tefrît karanlığına dalması düşünülemez. Bugün sıradan bir zenginin serây-i cedîd-i âmirede ikâmet edemeyeceğini söyleyebiliriz, çünkü burasını bir dervişin çilehânesinden ayıran yegâne fark geniş bir alana yayılmış olmasıdır. Serây, âdetâ bir tevâzu' âbidesidir.
Maddî imkânların gösterişe âlet edilmemesi kıskançlığa önemli ölçüde mâni' oluyordu. Zengin râhat bir hayât sürüyor ancak fakir de sürünmüyordu. Elbetde bu toplumun içinde de birtakım hasta rûhlar vardı, lâkin cem'iyyet genel ma'nâda öylesine sağlıklıydı ki bunlar sağlam bir vücûddaki verem mikrobuna benziyordu. Mikropların harekete geçmesi ictimâî muvâzenenin bozulma eğilimi göstermesiyle başladı. Bilhassa Tanzîmâtdan sonra Türk milleti iki hattâ üç parçaya bölündü: Muhâfazakârlar, modernistler ve ikisi arasında kalanlar. Klasik Osmânlı tipini muhâfazakârlar temsîl ediyordu; modernistler bu tarzı hem hor görüyor, hem de ondan utanıyordu. Bu bakımdan onları yirminci yüzyılın aylaklarına benzetmek mümkündür. Tabîî bu sonuncuların çok daha uç bir noktada bulunduklarını satırlarımıza eklemeliyiz.
 
Yerlilik esas
 
Osmânlı Türkü, medeniyyetine olan sarsılmaz i'timâdını bir an bile kaybetmedi. Bir avuç kahramânın farklı bir rûh hâliyle dünyânın fethine koyulması zâten mümkün olamazdı. Bir yiğidin bütün eşkıyâya kafa tutması ve üstelik bu mücâdeleden zaferle ayrılması matematik formülleriyle îzâh edilebilecek bir konu değil...
Osmânlı vatandaşı medenî cesâret sâhibiydi. Bir köylünün dîvânı basması koca İstanbul fâtihini kafes arkasına itiyordu. Bir başkası Kânûnîye, sizi kânûna şikâyet ederim diyebiliyordu. Evi soyulan bir kadın yine aynı pâdişâha seni uyanık bilirdik demekden çekinmiyordu. İşin daha önemli ve güzel tarafı ise cihân pâdişâhının bütün bunlardan fevkalâde memnûn olmasıydı... Aslında bütün Osmânlı sultânları hiç ummadıklarımız da dâhil olmak üzere baş döndürücü ma'nevî mevki'lerde bulunuyordu. Ekmek alırken çekdiği sıkıntıya tahammül edemeyen bir kadının maksadını aşarak hezeyânda bulunmasından sonra başına gelenler buradaki kanâatimizi doğruluyor. İkinci Mahmûd Hân dönemi. Tebdîl gezen pâdişâh bir fırına yaklaşıyor. Kadının biri hayli sinirli; sayıp döküyor... Bu esnâda şu tâlihsiz cümleyi de ağzından kaçırıyor: "Pâdişâhın gözü kör olsun." Mahmûd-ı sânî bunu duyuyor. Diğer hezeyânları da işitiyor. Hâliyle çok üzülüyor. İçi kan ağlayarak serâya dönüyor. Gece hırka-ı şerîf odasında kırık bir kalble Müslimânların refâhı için Allahü teâlâya düâ ediyor. Sabâhleyin o kadına yüz kuruş gönderiyor. Sahi kadın ne oldu? Kadın olaydan sonra evine dönüyor. Dönüyor da... Gözleri ağrımaya başlıyor. Sonrası mı?.. "Pâdişâhın gözü kör olsun" diyen o zavallı sabâh a'mâ olarak uyanıyor... Kaynağa, ya'nî Câbî târihine kulak verelim: "Avret ol gün bu hezeyânı edüb hânesine vardıkda, bir göz ağrısı avrete müstevlî olup, sabâha kadar iki gözleri a'mâ olub, Pâdişâh-ı kerâmet-şi'âr hazretlerinin derûn-ı velâyetine melûliyet getirmek hasebiyle küfrân-ı ni'amlığı kendüye isâbet ile, Pâdişâh-ı âlem hazretlerinin velâyet ü kerâmâtı cümle indinde meşhûd ve mütevâtir olduğu kayd olundu."
Yüksek bir karakter grafiği çizen eski Türk toplumu sağlam bir muhâkeme gücüne de sâhibdi. Gördüğü tahsîl zekâsını dumûra uğratmıyor, gelişdiriyordu. Bu yapının, insânları sıkıntıya sokacak bir tarafı bulunmuyordu. Ta'lîm-terbiye çarkı her türlü yapmacıklıkdan uzakdı. Davranış kalıpları ve bilgilerin öğretilmesinde hiçbir komik sahne yokdu. Talebeler her sabâh "büyüklerimi saymak, küçüklerimi sevmek" diye yırtınıp durmuyorlardı ama saygısızlık da sevgisizlik de semtlerinden geçmiyordu. Çarka orta zekâlı olarak dâhil olan bir çocuk en kötü ihtimâlle bu durumunu muhâfaza ediyordu. Sistemin zekîleri eblehleştirmesi hayâl edilemeyecek bir işdi. Yine hangi ilim için hangi lisân gerekiyorsa o dil hakkıyla öğretiliyordu. Pek tabîî ki bütün bunlarda yerlilik esâsdı!..
Osmânlı toplumu nefsini tanıma imkânına sâhibdi; bilginin doğru şekilde akışı bunu te'mîn ediyordu. Arada inkıtâ yokdu ve dikenler ana güzergâhı tehdîd edebilecek evsâfda değildi. Parazitler sınırı aşdıkları anda topuzu yiyorlardı. Bunun sağlanmasında ba'zân büyük zorluklarla karşılaşılması molozun çokluğuna işâret ediyordu, yoksa işin rutinlik vasfını ortadan kaldırmıyordu. Devlet her kademesiyle ehl-i sünnetin hizmetindeydi. Mutasavvıflarla olan irtibâtları kalb gözlerini açmış bulunuyordu. Tasavvuf ehlini tanıyanlar muhabbet bağı, tanımayanlar ise yanlışın doğru karşısındaki silikliği sebebiyle yollarını kaybetmiyorlardı. Yûnüs Emre hazretlerinin pınarından içmiş bir cem'iyyet denî dünyânın peşinden koşabilir mi? Bizim neslimiz el yordamıyla bir yerlere gelme gayreti içerisinde olduğu için sıkça yanlışa düşüyor. Hemen herkes nefsini yalnızca zâhiren tanıyor. Tabîatiyle onun incelikli oyunlarını bilemiyor. Birkaç kelimeyi peşi sıra söylemekle tevâzu' denizine daldığını sananların kibrin en koyusuna düşmeleri an mes'elesidir. Hâlbuki Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin bulunduğu bir toplum onu gerçek ma'nâda tanıdığı müddetçe ana yoldan ayrılmaz. Bugün gûyâ İslâm da'vâsında olan, hakîkatde ise nefsinin mücâdelesini veren onca insân ne dehşetli bir tâlihsizlik içerisinde bulunuyor. Uyanabilmeleri kibirden kurtulmalarına bağlı ki bu çok zor görünüyor; çünkü kibir uykuya, uyku da kibre sebeb oluyor. Büyük mütefekkir edâsındaki bu zavallıların ehl-i sünnet âlimlerine kayıtsız şartsız teslîm olmakdan başka bir kurtuluş yolları yokdur. İslâmiyyeti nefsine teslîm olmak diye anlayan bu gürûh acebâ ne zemân hakîkî teslîmiyyetden haberdâr olacak?
 
Şimdikiler mi?
 
Osmânlı cem'iyyeti gönlü geniş insânlardan kuruluydu. Bu gönül öylesine bir yapıdaydı ki küçük hesâbların orada yer bulması muhâldi. Geceleri mübârek rü'yâlar gören o insânlar güneşden evvel hayırlı bir istikbâle uyanıyorlardı. Onların İslâm güneşini boğmaya yeltenen mihrâklara karşı başlatdığı taarruz asırlarca sürdü. Bu koşuda gâh Şar Dağı'na varılıyor, gâh Tebriz'e iniliyordu. Yedi iklîme gönderilen yedi ordu yedi zaferle dönüyordu. Bugün yunan karşısındaki durumumuza bakıp da derin düşüncelere dalmamak mümkün mü? Acebâ o gönlü geniş insânların yerinde bugün kimler var? Başarı için geniş gönüllü olmaya gerek yok; işte Amerika, işte Almanya, işte Japonya diyebilirsiniz. Bunlar doğru, fakat kısmen; çünkü yukarıdakilerin hiçbiri Osmânlı değil... Vasat bir zekâ, sağlam bir vicdân ve birazcık târih bilgisi bu muhâsebeyi yapabilmek için kâfî. Sırası gelmişken Osmânlı olmanın böyle yaratılmakdan geçdiğini de hâtırlatmalıyız. Şahsiyyetin sağlam olması için fıtratın düzgün olması lâzım. Kâbiliyyet, kahramânlık, cömerdlik, metânet, sabır gibi hasletler Osmânlı olabilmenin şartlarından. Bunlardan bir kısmı var bir kısmı yoksa en iyi ihtimâlle bir Uzun Hasan olmak mümkün. Şimdikiler mi? Onlar Fâtih'in karşısına çıkmaya cesâret edebilmiş Akkoyunlu hükümdârının tırnağı bile olamazlar...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.