ABD, 1993 yılında Rus balistik füzelerine karşı geliştirdiği "Füze Kalkanı" projesini; Rusya'nın Polonya, Çekya ve Romanya'yı tehdit etmesi, Türkiye'nin de projeye sıcak bakmaması üzerine bir türlü gerçekleştiremedi. Obama'nın Başkan seçilmesinden sonra ise ABD projeyi, Rusya'nın yanı sıra İran ve Kuzey Kore'yi de kapsayacak şekilde yeniledi ve NATO'yu devreye soktu. Adı da "NATO Füze Savunma Sistemi" olarak değiştirildi. Böylece, "sadece ABD'nin değil, NATO ülkelerinin de üçüncü ülkelerden gelebilecek tüm hava ve füze tehditlerine karşı korunacağı" garantisi verildi. Konu, 19-20 Kasımda yapılacak NATO Lizbon zirvesinde ele alınacak. Kabul edilirse uygulanmasına 2011'de başlanması ve 2020'de tamamlanması öngörülüyor. Projenin hayata geçirilmesinde Türkiye kilit ülke konumunda. Çünkü öngörülen sistemin hedefindeki İran ve Rusya ile jeostratejik konumu, izleme radarlarının konuşlandırılması için cazibesini arttırıyor. Buna karşılık iki ülke ile gelişen siyasi, ticari ve ekonomik ilişkileri, Türkiye'nin hassasiyetini arttırıyor. Topraklarında kurulacak sistemin hem Rusya hem de İran tarafından "tehdit" olarak algılanacak olması Türkiye'yi sıkıntıya sokuyor. Türkiye'nin cevap aradığı kritik sorular Ankara, Lizbon zirvesi öncesinde NATO projesine dönüştürülen proje hakkında şu sorulara cevap arıyor: "Füze Savunma sisteminin radarları ve füzesavarları hangi bölgelere kurulacak? Radarlar ve füzesavarların menzili ne olacak? Türkiye 'Evet' derse karar mekanizması ve elde edilen bilgilerin paylaşımı nasıl olacak? Sistemin işletilmesinde Türk personelin statüsü ne olacak? İsrail projede yer alacak mı? Bush zamanında başlatılan 'önleyici vuruş' ya da 'açık ve yakın tehlike' gibi stratejiler dikkate alınarak Türkiye toprakları üzerinden İran'a bir saldırı yapılabilir mi?" Bakalım Türkiye, Lizbon'da "bölge ve komşularla sıfır sorun politikası" ile "NATO'nun kolektif savunma anlayışı" arasında nasıl bir tavır sergileyecek? İbre Başbakanı gösteriyor Referandum ile değişen Anayasa'nın 148. maddesinin uygulanmasına ilişkin tartışmalara daha önce dikkat çekmiştim. Şimdiye kadar görev başındayken işleyebilecekleri "muhtemel" suçlardan dolayı "nerede ve nasıl yargılanacakları" belli olmayan Genelkurmay Başkanları ve Kuvvet Komutanları ile Jandarma Genel Komutanı'na bu maddede yapılan değişiklik ile Yüce Divan yolu açılmış, ardından da "Yargılama iznini kim verecek?" tartışması başlamıştı. Bir grup, "Anayasa'ya göre Cumhurbaşkanı, TSK'nın başkomutanı. Bu nedenle izin Cumhurbaşkanı tarafından verilmeli" diyordu. Diğer grup ise "Genelkurmay Başkanı Başbakana karşı sorumludur. O yüzden Başbakan izin vermeli" görüşünü savunuyordu. Kulislerde "Başbakan" diyenler ağırlık kazandı. Çünkü "Cumhurbaşkanı'nın tek başına yaptığı işlemlere karşı yargı yolu kapalı. Bu yüzden komuta kademesi hakkında yargılama izni Başbakan tarafından verilmeli" değerlendirmesi öne çıktı.