Rönesans'tan beri filizlenen fikirler, 20. asrın iki büyük harbinden ve Soğuk Savaş döneminden alınan derslerle pekişerek günümüzün ulus devletleri ortaya çıktı. Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti de Mustafa Kemal tarafından ulus devlet olarak kuruldu. O günün şartları altında ulus devletler öncelikle "kendine yeterli" olmaya, "güçlü silâhlarla" düşmanlarını caydırıp, sınırlarını korumaya çalıştılar. Varoluş sebepleriyle yöresel özelliklerden, cemaatlerden, farklı kültürlerden pek hoşlanmadılar. Farklılıkları tıraş ederek "saat gibi işleyen tekdüze bir mekanizma" kurmak istediler. Ülkenin taşıdığı "özel şartlar" nedeniyle her zaman "birlik ve beraberliğe", "halkın fedakârlığına" ihtiyaç duyuldu. Devlet ekonomiyi, iş hayatını bizzat düzenledi. Kasabın koyun üzerindeki hakimiyeti gibi, devlet millet üzerinde tam bir otoriteye sahip oldu. Fransa'da bir millî eğitim bakanının "Şu saatte ülkemdeki bütün ilkokulların dördüncü sınıflarında neler olduğunu biliyorum" sözü, ulus devletin dayatmacı yüzünü gösterir. Bu model Sovyet imparatorluğunun dağıldığı 1990'lı yıllara kadar oldukça başarılı oldu. Çağdaş gerçekler ulus devleti zorluyor Dün olmayan ama bugün tüm ülkeleri, toplumları etkileyen gerçeklerle yüz yüzeyiz. Bilgi sınır ve rejim tanımadan yayılmaktadır. İnsan hakları, çevre koruma, su ve enerji kaynaklarının kullanımı, para politikaları, uyuşturucu trafiği, terör eylemleri, sivil toplum hareketleri, sınır tanımayan örgütler, uluslar aşırı şirketlerin faaliyetleri artık ulus devletlerin iç meselesi değil, insanlığın müşterek meselesi olmuştur. Hiçbir devlet "halkıma istediğim muameleyi yaparım, istediğim silâhları üretirim, haşhaşı keneviri istediğim kadar ekerim" diyemiyor. Derse küresel tepki alıyor. Küreselleşme uluslar üstü entegrasyonları güçlendirirken, yerinden yönetimin önemini de artırıyor. Bu gerçekler ulus devleti ortadan kaldırmıyor, ama devletin rolünün yeniden tanımlanmasını gerektiriyor. Ulus devlet ve Türkiye Küresel ekonominin bu ticarî, siyasî ve sosyal etkilerini anlamayan, ittifakları fark etmeyen kamu yönetiminin 21. asırda ülkeye yol göstermesi beklenemez. Avrupa'nın mayınlarla örülü ulusal sınırları üzerinde şimdi çiftlikler uzanıyor. Dünkü düşman uluslar, anayasalarının üzerinde bir AB anayasası hazırlıyor. Ulus devlet şampiyonu Fransa bile birliğin sıradan ülkesi olmuşken, biz "Ulus Devlet" propagandasına onu doğuran "ana ülkeden" daha fazla sahip çıkar gibiyiz! Türkiye Kıbrıs "barikatını" aşmak, kamu reformunu başarmak ve AB üyelik müzakerelerine başlamak mecburiyetindedir. Bunları yapmazsak ne olur? Dünyanın sonu olmaz. Biz kendi ardıçlı yaylalarımızda kağnılarla dolaşıp, kaval çalmaya devam ederiz. Ama çağdaş medeniyetleri bağlayan otoyollara giremeyiz.