Bir elimizde şeytan uçurtmaları... Defter yaprağından imal ve uyduruk... Koşmaktan yanmış susamış hallerde... Şadırvana saldırırdık. Bizim mahallenin camii vardı; evimiz gibiydi. Avlusu bahçemiz... ..... Adı şeytan uçurtmasıydı. Ama çocukluğumuza teslim ve boynuna makara ipliği geçirilmiş... İğreti kuyruğuyla... Bizimle camiye gelirdi. Hepimize ve herkese ait... ..... Beş vaktin, beş vaktini kaçırmayanların da... Cumadan cumaya veya sadece bayramlarda gelenlerin de camisiydi. Bir ve son kez uğrayanların ve uğurladıklarımızın da... ..... Kapısı her daim açık... Vakitli ve vakitsiz girebileceğimiz... Herkesin olduğu kadar bizim olan... Hiçbir kimlik ibraz etmeden... Ağırlık yapan varlığımızı, içinizi burkan yokluğumuzu... Ve dahi, şan, şöhret, makam, mevki vs. gibi "sanal" bastonlarımızı layık olduğu yere... Yani hemen girişte ayakkabılarımızın yanına bırakarak... ..... Bir elimizde şeytan uçurtmaları... O zamanlar çocuktuk. Ezana denk geldik mi, kuyruğunu ve ipini karnına yerleştirir, uçurtmalarımızı öylece ayakkabımızın üstüne koyardık. "Adam adama" takılmak arzusuydu belki hani gizlice sigara tüttürmeler gibi... Mahallenin ihtiyarlarıyla, esnafıyla... Onların takdirkâr bakışlarıyla... Adamlarla, adam gibi birlikte... Amma velakin secdede işin adabını unutur, kafayı yana çevirir arkadaşlarımıza bakardık... Gülüşmelerimizin dozu kaçınca, büyüklerin ikazına muhatap kalıp mahçup olmamak için birer ikişer sıvışırdık. Sevildiğimizi bildiğimiz yerdi mahallenin camisi... Evimiz gibi... ..... Bizim mahallenin camisi... Çocukken... "Biz" olmayı öğrendiğimiz yerdi. Sonralarıysa... "Biz" olmayı hatırladığımız...