Devamlı olarak yazıp geliyorum; "Ben futbolun teknik analizini yazacak kadar, işin uzmanı değilim. Ben spor yazarı olarak uzun yılların tecrübesini, futbol hakkında okuduklarımla, dinlediklerimle, gördüklerimle harman ederek, maç eleştirileri ve yorumları yapıyorum o kadar.." İşte "sadece bu pencereden gördüklerim" ile diyorum ki: Ortada "garip" bir durum var!. "Garip" durum şu: Seyrettiğim bazı maçların ertesi günü "spor sayfalarına baktığımda" şüpheye düşüyorum; "Acaba dün gece ben başka bir maç mı seyrettim?" Mesela, "sahanın en çok top kaybeden, en fazla pas hatası yapan, en fazla top kaptıran, kaptırdığı toplar kendi kalesine tehlikeli akınlar hâlinde dönen" bir futbolcu için "destanlar" yazılıyor!.. Neymiş; "sonunda gol bile olmayan" birkaç güzel pas vermiş!.. İnsaf edin beyler; "Sergen gibi bir futbolcu", elbette ki "nerede ise tamamına yakınını oynadığı" bir maçta "iki-üç tane pas da veremeyecekse", Beşiktaş gibi bir takımın "Avrupa maçında" neden oynar? Benim bildiğim; "verilen paslar için elbette güzel şeyler yazmak normaldir" de, "Sergen'in oynadığı süredeki futbolu için nerede ise destan yazmak" neyin nesi oluyor? Seyredelim maçın kasetini "teknik analiz yapacak şekilde"; bakalım "nasıl" bir Sergen çıkacak ortaya? Bıraktım "destan" yazmayı, "iyi", hatta "vasat oynadı" diye yazmak mümkün olacak mı? "Aynı durum", tabii "gene" benim penceremden "çok maçta olduğu gibi" mesela Sparta Prag - Fenerbahçe karşılaşmasında da vardı... "Fenerbahçe, rakibinin sahasında Sparta Prag'ı yenerek UEFA Kupası'na katılma hakkını kazandı"; bu elbette başarı!.. Elbette "bu galibiyet için" çok iyi şeyler yazılmalıydı, bu "iyi şeyler", galibiyetinde, ulaşı lan hedefin de, Fenerbahçe'nin de hakkıydı; futbolcusundan, teknik direktörüne kadar!.. Amma... "O maçta oynanan futbola destanlar yazmak" mümkün değildi; ertesi gün "neler yazıldı, çizildi"; inanamadım; herhalde "ben başka bir maç ve başka bir Fenerbahçe izlemiştim!." "Rakibe bir yığın gol fırsatı veren, biraz şansla, biraz rakibinin beceriksizliği ile ve kalecisinin büyük tecrübesiyle bunları savuşturan, rekor sayıda top kaybı ve pas hatası yapan, Sparta Prag'ı, rakibinin iki futbolcusunun kendi kalelerine attıkları bir 'aptal' golü ile yenen" bir takımın oynadığı futbolu "böylesine abartmak için" herhalde "büyük bir beceri ve uzmanlık gerekiyor!." Çok üzülüyorum; ne yazık ki "böyle bir beceri" bende yok; zaten hep söyleyip geldim; "uzman da değilim!." En iyisi, ben böyle durumlarda "kendi görevime" devam edeyim: Bol bol kahkahalarla güleyim!.. Ah... Az daha unutuyordum; "bu beceri ve uzmanlık" uzmanlığının bir başka cephesi daha var!.. Bir maçtan sonra şöyle yazmak: "Bu futbolcu da oynatılır mı? Duba gibi olmuş, koşamıyor, oynamıyor, pas bile veremiyor..Bir teknik adam, böyle bir futbolcuya nasıl bu kadar dakika tahammül edebilir?" Ertesi hafta ise şöyle yazabilmek: "Kardeşim elinde böyle bir futbolcu var, onu nasıl ilk 11'de oynatmazsın, işte bak sıkışınca oyuna aldın, adam yarım saatte neler yaptı, sana maçı kazandırdı...Sen ne biçim teknik direktörsün?" Dedim ya; "uzman olmak ve uzmanlık işini benim anlamamın ve görmemim mümkün olamayacağı böylesine ince ve hassas detaylarla ortaya koymak" çok ayrı bir beceri istiyor!.. "Bundan mahrum olmak", inanın ki beni çok üzüyor!.. Bu üzüntümü azaltmak için de bol bol gülüyorum; haksız mıyım? Bu iddialar seyredilemez!.. Akşam Gazetesi'nin birinci sayfasına manşet olan "Halter Federasyonu Başkanı ile ilgili kaset olayı için" Gençlik ve Spor Genel Müdürümüz Mehmet Atalay "Böyle polemikler, seçim öncesi birçok başkan için geliyor. Ama biz dikkate almıyoruz. Ancak resmi başvuru yapılırsa, konuyu gerekli mercilere havale edebiliriz. Bu konuda görüş belirtmek istemiyorum" demiş... Aman, sevgili Atalay... Aman... "Bu konularda ne kadar hassas olduğunu bilen" bir gazeteci olarak, "inşallah bu haber doğru değildir" diyorum!.. Bu olaya "sadece" evet sadece "bir polemik" olarak bakılabilir mi; bu mümkün mü? "Bu iddialar soruşturulmaz ve Halter Federasyonu Başkanı aklanmazsa", Türk Halteri'nin başında nasıl kalabilir, nasıl "yeniden" seçilebilir? Bakınız, dünyanın "en büyük haber ajanslarından biri" olan AFP, "haberi ve iddiaları" bütün dünyaya duyurdu!. Halter dünyası "hop oturup, hop kalkıyor" ve gözler Türkiye'ye çevrildi ve "Acaba ne yapılacak" soruları sorulmaya başlandı!.. Böyle bir tabloda, genel müdürlük "resmi müracaat beklerse", bizi bıraktık , "el alem ne der?" Bir dakika bile vakit geçirmeden "soruşturma açmanız, bu tüyler ürpertici bandı aldırarak inceletmeniz" gerekmiyor mu? "Bu konuda görüş belirtmek istemiyorum" demeğe, "lekelenen Türk futbolu ve halteri" adına hakkınız var m ı? Tam yazımı bitirmiştim ki; "Türkiye'de en başarılı 3 federasyon başkanından biri, hatta birincisi saydığım" Kenan Nohut aradı ve "kasedin de, iddiaların da doğru olmadığını, bu kaseti ve iddiaları ortaya atanlarla adalet önünde hesaplaşacağını" söyledi. Ve "seçimlerde önümü kesmek için girişilen bu çabalar son derece çirkindir ve yapanların yanına kâr kalmayacaktır" dedi. Bu açıklamayla, gönlümdeki sıkıntı biraz hafifledi ama gene aynı şeyi söylüyorum: Bu iddialar ve kasedin yalan olduğu kesinlikle ortaya konulmadan "gönlümdeki sıkıntı" sona ermeyecek. "Başkan olduktan sonra" Özhan Canaydın'ı dikkatle izliyorum!.. Çok değişik ve enteresan bir adam!.. Yöneticilik üslûbu da öyle... "Fair play" konusunda, Süleyman Seba'dan sonra gelen "tek adam!.." "Ben de hatalar yaptım" diyecek kadar açık sözlü ve sırasında "her şeyi göze alacak" ve "gerekli, adımları atacak" kadar da cesur!. "Bu konuda" kimseye, "arkadaşlarına bile" taviz vermiyor!.. Ergun Gürsoy ile "arasının limoni olması" büyük ölçüde "bu sebepten!.." "Gürsoy yöneticiliği" üslûp olarak "Canaydın yöneticiliğine" uymuyor!. İş, "fair play'e, sporda şiddet ve teröre gelince", Başkan Özhan Canaydın "yüzde 99 değil", yüzde 100 haklı!.. Keşke kulüp başkanlarımızın çoğu "bu önemli konuda" Özhan Canaydın gibi olabilseler!.. Amma... İş, "kulüp yöneticiliğinin ve başkanlığının sportif yönüne gelince", işte o zaman "o" Özhan Canaydın sahneden çekiliyor, yerine "bambaşka" bir Özhan Canaydın geliyor; başarısız, cesaretsiz, çözüm üretemeyen ve koca Galatasaray'ı futboldan, basketbole, voleyboldan, atletizme kadar "mahcûp eden" bir başkan!.. Tribünlere "seyirci çekmek" ve "sportif şubelerin lokomotifi olan" futbolda başarıya ulaşmak için gerekli olan "bir-iki tane yıldız transferi yapamayan", taraftarın, seyircinin "çok uzun süredir tanıdığı", bu sebeple "heyecan duymadığı" bir çok "eski" ismi "bir araya getirerek" tribüne seyirci çekeceğini ve başarıya ulaşacağını zanneden bir başkan!.. İşte, "burada da", Ergun Gürsoy yöneticiliği ile Özhan Canaydın yöneticiliği hiç ama hiç uyum sağlamıyor!.. Bu defa da "yüzde 99 değil", yüzde 100 Ergun Gürsoy haklı!.. Keşke Galatasaray'da "fair play için" Özhan Canaydın'ın, "futbol takımı için" de Ergun Gürsoy'un düşündükleri "tam olarak" uygulanabilse!.. Galatasaraylılar için kim bilir ne kadar güzel ve gurur verici olurdu!.. Ama... Şu anda, "3 aydır para alamayan futbolcular... Ocak transferinde 'ancak' takas ile bir-iki futbolcu alınabileceği... Başta basketbolcüler ve voleybolcular olmak üzere diğer branşların perişanlığı.. En büyük ümit olan Seyrantepe'deki büyük problemler..." haberleri ile "başını dik tutamayan" ve "endişe içinde" bir Galatasaray camiası var ortada; yazık!.. Küfür değil, teşekkür edin!.. Bunca olaydan, bunda rezaletten sonra, Beşiktaş seyircisi, hem de bir Avrupa maçında, medyaya etmediği küfür bırakmadı!.. Hem de aileleri ile beraber maça gelip aralarına oturan Beşiktaş başkan ve yöneticilerine rağmen; ki içlerinde iki büyük gazetenin iki de "ünlü" gazetecisi vardı; Reha Muhtar ve Fikret Ercan!.. Verdikleri mesaj çok açıktı: "Ne yaparsanız yapın, biz adam olmayız!." Aslında, "bu terbiyeden yoksun" grubun, medyaya "küfür yerine teşekkür etmesi" gerekiyordu!. "Çünkü bu gruplar", Beşiktaş'ta da, Fenerbahçe'de de, Galatasaray'da da "yıllar yılı" medya tarafından kortunmuş ve kollanmış, "bu hâle gelmelerine" göz yumulmuştu!. Medya tarafından, "Yok şu grubuydu...Yok bu grubuydu... Yok aslanlardı... Yok kartallardı... Yok kanaryalardı... Yok gerçek taraftarlardı..." denilerek pohpohlanan ve mesela "kaptanlarını, milli takım kalecisini dövdükleri zaman" bile "ekranlara çıkarılıp" nerede ise "suçsuz" ilân edilen "bunlar" ve benzerleri değiller miydi? "Tribünlerin betonlarından söktükleri parçaları" korner atan futbolcunun başına fırlatan ama "Devletin" evet, Devletin Televizyonu'nda bile "Bunlar küçük şeyler, olmasa iyi olur ama, işte oluyor" diye geçiştirilen ve daha açık söyleyelim "kollanan" bu grupların medyaya "küfür hakları var mı?" Ne diyelim; "tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş!.." "Biraz" insaf yok mu? Bu çocuk ay - yıldızlı forma altında bunca gol attı!.. Bu çocuk, "göğsünde ay - yıldız olan" Galatasaray forması altında, uluslararası maçlarda bunca gol attı!.. Bu çocuk, "attığı gollerden daha fazla" gol pası verdi!.. Bu çocuk, iyi de, kötü de oynadığı maçlarda, koştu, koştu, koştu, pres yaptı, top kapmak istedi, kendi kalesine geldi, duran toplarda gol çıkardı.. Bu çocuk, kendi takımına da, milli takıma da bunca maçta "kaptanlık yaptı!." Bu çocuk, "bunca yıl futbolla yatıp, futbolla kalktı!.." Bu çocuk, "golcü" olmadığı hâlde, "gol atan adam" olarak, "uluslararası maçlarda çok uzun yıllar kırılamayacak olan" Türkiye rekorlarına imza attı!. İnsaf edin!.. Bu çocuğun kabahati, "Türk futbolu için bütün bunları yapması mı?" Her insan gibi "bu çocuk da elbette hata yapacaktır!." Yapmıştır, bundan sonra da yapmaya devam edecektir!.. Şöyle bir aynaya bakalım, "bu yaşta, bunca tecrübeye rağmen" bizler hata yapmıyor muyuz? Ooooo... Yığınla... Ama... Bu çocuk hakkında öyle "insafsız yazılar yazılıyor" ki; insanı isyan ettiriyor!.. "İnancının gereğini yerine getirmesinden", yani namaz kılmasından, oruç tutmasına kadar varan, "onun iç dünyası ile ilgili kalkması gereken" hususların bile üzerine gidiliyor ve "bu yüzden" bile yerden yere vuruluyor!. Mesela son maçtan sonra... "Penaltı golünü attıktan sonra, penaltıyı yaptıran arkadaşının yüz üne bile bakmadı, yedek kulübesine koştu, namaz ve oruç arkadaşı olan adaşı Hakan Ünsal'ı öptü, böyle şey olur mu?" anlamına gelen "öyle haberler" yazılıp çizildi ve "öyle yorumlar" yapıldı ki, "mesleğim adına vicdanım sızladı!." İnsaf... İzleyin maçın kasetini... Penaltı golünden sonra, "penaltıyı yaptıran" arkadaşı da dahil 7 - 8 futbolcu Hakan'ın üzerine atlıyorlar... Tam bir "sevinç yumağı..." "Bu tablonun içinde" Hakan ne yapsın? "Bazı" habercilerin ve yorumcuların beklentilerine göre, "herhalde" şöyle yapmalıydı: Golden sonra, "sevinç yumağı" çözülünce, "Orhan, sen 5 - 6 metre şuraya git, orada dur, ben sana do ğru koşacağım ve kucaklaşacağız... Böylece seni öpmüş ve sana teşekkür etmiş olacağım" demeli ve "bu talimatını" uygulamalıydı!!! Geliyoruz; "Hakan'ın yedek kulübesine koşarak Hakan Ünsal'la kucaklaşmasına..." Denildi ki ve yazıldı ki; "Namaz ve oruç arkadaşını koşup öpmesi, onun teknik direktör Hagi tarafından kadro harici bırakılacağının yazılıp çizilmesine ve Hakan Ünsal'ın yedek kulübesine çekilmesine karşı bir tepki idi!." Peki, "gerçeği ve doğrusu" şöyle olamaz mıydı: Bunca yıl "beraberce", dikkat edin "beraberce", hem milli maçlarda, hem Galatasaray maçlarında "büyük başarılara imza atan" iki futbolcudan "biri", koca bir hafta boyu, "kötü oynadığı bir maçtan sonra" yerden yere vurulup, hakkında "olumsuz bir yığın haber ve yorum çıktığı için" moral olarak yıkılmışsa ve "öteki", hem de "kaptan" olanı, attığı golden sonra, "bu arkadaşının moralini düzeltmek" ve ona, "yalnız değilsin, seni sevenler var, biz varız" mesajı vermek üzere koşup, onu kucaklıyorsa, "bu hareketi" zem mi etmek, yoksa "bir insanlık ve kaptanlık vecibesini yerine getirdi" diyerek alkışlamak mı gerek? İnsaf... "Hocalarının çok eleştirildiği maçlardan sonra", gol atılınca "golü atan" futbolcunun "hocasına koşup, kucaklaması" taktir ediliyor da, "aynı şeyi" Hakan, "yıllarca beraber oldukları, bunca tatlı ve acı yılları, yılları, haftaları, günleri, geceleri beraberce yaşadıkları" adaşı Hakan Ünsal'a, "onun çok zor günler yaşadığı bir haftadan sonra" yapınca, neden yerden yere vuruluyor? Üstelik "duygusal bir insan olduğu" çok iyi bilinen bir Hakan Şükür var ortada !.. Dedim ya... İz'an, insaf ve vicdan meselesi... Çok değil... "Biraz" bile yeter!..