Ekim'in ikinci yarısına geldik.. Artık hazan mevsimindeyiz.. Eylül-Ekim, aslında umutlar ve özlemlerin karman çorman birbirine karıştığı hazin bir dönemdir. Bu dönemi kazasız belasız atlatanlar rahat bir nefes alırlar. Bir sağlık poliçesi imzalamış gibi rahatlarlar. Bu ruh haleti toplumlar için de geçerlidir. Tarihe bakınız, büyük savaşların çoğu, geçen dünya savaşı gibi, hep bu mevsimde başlamıştır. ABD'deki 11 Eylül sendromu giderek yaygınlaşıyor. Belki pek farkında olamıyoruz ama yeni bir yüzyılın başlangıcında savaş ihtimalleri belirgin işaretler veriyor. Küreselleşme, mondialisation filan derken yuvarlak dünyada yeni çıkıntılar, beklenmedik yeni çöküntüler oluşuyor. İki kutuplu bir dünyada yaşıyorduk. Sovyetler'in dağılmasından sonra tek kutuplu olduk. Tek kulpu olan kocaman bir kazanı tek başınıza nasıl kaldıramazsanız tek kutuplu bir dünyada da dengeyi sağlayamazsınız. Bu kaynayan kazana mutlaka bir ikinci kulp takılacaktır. Ufukta bir başka kutup belli belirsiz görünmektedir. 11 Eylül sendromundaki Taliban, Afganistan, Pakistan ve hatta Usame bin Ladin motifleri bu genel manzaranın aksesuarları niteliğindedir. Çin, muazzam bir "Buda heykeli" gibi sakin beklemektedir. Amerika ve ezeli ortağı İngiltere geleneksel Anglo-Sakson ittifakının yeni bir örneğini dünya kamuoyuna sergiler gibi Afganistan'a füzeler ve bombalar ile müthiş bir saldırıya devam ediyorlar. Bugün bilmem kaçıncı gündür hâlâ elle tutulur bir sonuç yoktur. Bunu herhalde Bush ve Blair de pekala biliyorlardı. Ama ülkeleri üzerinde düşman bir kara sinek bile görmemiş olanların kızgınlığı, intikam hislerini bir ölçüde tatmin etmek gerekiyordu. Bunu yapar iken acaba ülkelerine zarflar içinde şarbon mikrobu postalanacağını tahmin edebiliyorlar mı idi? Onu pek bilemiyorum.. Anglo-Saksonların, daha doğrusu ABD'nin önderliğindeki hava harekatı bir asker çıkarma ve savaşa dönüşecek mi, bilemiyorum. Bence böyle bir ihtimal hataların en büyüğü olur. Afganistan'ı bilirim. Coğrafya, oralarda yaşayanların en büyük savunma ortağıdır. Şah Zahir Han'ın devrilip yerine geçici olarak yeğeni Davut Han'ın geçip oturuverdiği günlerde Rahmetli Çağlayangil ile birlikte bir Askeri Wiscount uçağı ile Kabil'e gitmiştik. Pilotlarımızın mahareti sayesinde bir vadinin üzerinde daireler çizerek meydana ininceye kadar ecel terleri dökmüştük. Bu bakımdan oraya atılan bomba ve füzelerin hedeflerine ulaşabilmesinin hayli uzak bir ihtimal olduğunu düşünüyorum. Peki bütün bu durum ve oluşum içinde Türkiye'nin tutumu nedir? Türkiye anlatmaya çalıştığım, bu ziyadesi ile tehlikeli konjonktüre her bakımdan, özellikle siyasi, iktisadi ve hatta sosyal bakımlardan hiç de hazırlıklı olmadığı bir dönemde yakalanmıştır. Dışında kalamazsınız. Terörün en insafsız olanına karşı yıllardır mücadele ediyoruz. Tam içinde bulunmamız, asker göndermemiz ise yanlışların en büyüğü olur. Türkiye savaşa katılmadan her türlü yardımı yapabilecek durumda ve güçtedir. Hava sahamızı açtık, hava meydanlarımızı Batı ittifakının istifadesine sunduk. Her ihtimale karşı Bosna'da, Kosova'da olduğu gibi "İnzibatı ve güvenliği sağlamak amacı ile" Yurt dışına asker göndermek ve gerekirse ülkemizde yabancı asker konuşlandırmak yetkisini Yüce Meclis'ten aldık. Verebileceğimizi daha kimseler istemeden kendimiz vermiş olduk. Daha fazlası fuzuli gayretkeşlik sayılabilir. Kimse bizden "savaşmak için veresiye asker istemiyor.. İsteseler bile vermeyeceğimizi ihsas etmeliyiz. Önceki gün TV ekranlarından iki ünlü siyaset ve devlet adamını dinledik ve izledik. Birincisi, iktidardaki üçlü koalisyon hükümetinin Başbakanı idi. Beklenilenden çok daha rahat konuştu. Ne de olsa Türkiye'nin halen en kıdemli politikacısı idi ve rahmetli İsmet Paşa'nın da rahle-i tedrisinden geçmişti. Söylenmesinden pek hoşlanmasa bile ondan çok şey öğrenmişti. Bizden henüz asker talebi olmadığını söyleyerek dinleyenleri ferahlattı.. Anayasal bütün yapılabileceklerin yapıldığını ifade etti. Ama savaşın yaygınlaşması halinde ABD'yi böyle bir talepte bulunmaktan caydırıcı bir ifade kullanmadı. Ekranda konuşan ikinci siyaset ve devlet adamı 9'uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel idi. O da 40 yıllık bir politikacı idi. 27 Mayıs 1960'tan beri siyasetin içinde idi. 6 defa Başbakan olmuş, inmiş veya indirilmiş, yedinci defa halkın oyları ile aynı makama oturmuş, sonra da devletin en yüce Makamına, Cumhurbaşkanlığına tırmanmasını bilmişti. Süresinin sonunda da görevini tüm demokratik ülkelerde olduğu gibi en medeni şekilde merasimle sayın halefine devrederek Çankaya'dan ayrılmıştı. Ecevit ve Demirel gibi kıdemli ve deneyimli Devlet adamlarının görevlerinden ayrıldıktan sonra kendilerini "emekli" sayarak bir köşeye ayrılmaya hakları yoktur. Demirel bunun muhteşem bir örneğini verdi. Bizlere güven, dinleyen tüm yabancılara, yarü ağyara da mükellef bir ders vermiş oldu. İkisine de teşekkür borcumuz vardır. Haftaya Allah kısmet ederse artık konuyu değiştirmek niyetindeyim. Umarım olaylar ve gündem bizi bu arzumuzda destekleyecek yönde gelişir.