Çocuklar sessiz öğretmenlerimizdir. Bazen tek kelime etmeden, en derin hakikatleri tam orta yere, âdeta beynimize çakarcasına bırakıverirler. Onların dünyasında karmaşıklığa yer yoktur; sadelik, doğallık ve içtenlik hüküm sürer her daim.
Geçtiğimiz hafta çiftlik sahibi bir dostumun daveti üzerine, dokuz yaşındaki oğlumla birlikte yeşillikler içinde bir günü geride bıraktık. Telefon görüşmemizde, "Oğlunu çiftliğe getir, ona bir tavşan hediye edeyim" demişti. O an için sıradan bir hediye gibi görünmüştü belki, ancak hayat bazen en beklenmedik anlarda, en küçük gibi görünen hediyelerle en büyük dersleri veriyor.
Birkaç gün içinde oğlumla birlikte yola düşüp çiftliğe ulaştık. Kapıda bizi güler yüzle karşıladı. "Hoş geldiniz! Önce bir çiftliği gezelim, sonra sürprizimizi yaparız" dedi.
Çiftliği gezdik. İneklerin, koyunların, tavukların yaşam alanlarını inceledik. Oğlum hepsini dikkatle izledi. Bir süre dolaştıktan sonra artık gitme vakti gelmişti. Tam vedalaşacakken, çiftlik sahibi dostum, "Az bekleyin, size bir şey göstermek istiyorum" diyerek bizi tavşanların bulunduğu bölüme yönlendirdi.
Kafeste iki büyük, bir de çok sayıda minik tavşan vardı. Dostum, kafesten çıkardığı koyu renkli, yumuşacık bir yavru tavşanı oğlumun kucağına yerleştirdi. "Bu artık senin" dedi gülümseyerek.
Tanıyanlar bilir; oğlum, dokuz yaşında ama pek konuşmaz. Duyguları, düşünceleri kelimelerle değil, gözleriyle, mimikleriyle, jestleriyle anlatır bizlere. Belki de bu yüzden her tepkisi, her davranışı, diğer çocuklardan çok daha fazla anlam yüklüdür benim için.
Kucağındaki tavşana önce dikkatle, sonra şefkatle baktı. Minik parmakları, tavşanın tüylerinde gezindi bir süre. Sonra gözleri, kafesteki diğer tavşanlara kaydı - iki büyük, bir sürü de küçük tavşan. İhtimal ki bir aile.
Hiç tereddüt etmeden, elindeki tavşanı tekrar kafese, ailesinin yanına bırakıverdi. Tavşan kafesinde bayram heyecanı gibi hareketlenmeyi görünce yüzünde daha önce hiç görmediğim bir gülümseme belirdi. Yanıma geldi, sarıldı. Eve dönüş yolculuğumuz boyunca, arabada bir eli yanaklarımda, yüzü ensemde, bu şekilde geldik. Gece olup uyuyana kadar da elimi hiç bırakmadı. Bir an bile. Sanki "Bak baba, hiçbir canlı ailesinden koparılmamalı, bir arada kalmalılar" der gibiydi.
O gece, oğlumun odasında, başucunda otururken düşündüm uzun uzun. Bir çocuğun, konuşmayan bir çocuğun bile içgüdüsel olarak anladığı şeyi, biz yetişkinler neden bu kadar karmaşıklaştırıyoruz? Bir tavşanın bile ailesinin yanında olması gerektiğini düşünen bu saf vicdan, bize ne söylüyor aslında?
Şimdi soruyorum kendime: Tavşanların bile ailesinden ayrılmaması gerektiğine inanan bu çocuğa, nasıl anlatacağım bu acımasız dünyayı?
Nasıl anlatacağım sokak ortasında kalbinden bıçaklanan Mattia Ahmet'i? Nasıl anlatacağım Narin'i, Zehra'yı, küçücük Sıla bebeği? Gazze'deki hastanede terk edilmek zorunda kalan bebekleri, bombaların altında yaşam mücadelesi veren çocukları, kardeşiyle evine su taşırken bir keskin nişancı kurşunuyla başından vurulan Rüveyda'yı nasıl anlatacağım?
İnsan karmaşıklaştırdığı bu dünyada, en temel değerleri unutuyor çoğu zaman. Merhamet, şefkat, aidiyet duygusunu, bir arada olmanın önemini... Modern yaşamın koşturmacası içinde, rekabet, hırs, maddi kazanç uğruna feda ediyoruz en insani hasletlerimizi.
Oysa çocuklar, henüz bu karmaşık sistemin içine tam olarak dâhil olmadan, en temel doğrularla hareket ediyorlar. Onlar için siyah-beyaz kadar net her şey: İyi ve kötü, doğru ve yanlış, adil ve haksız.
Oğlum bana o gün tavşan kafesinin önünde durarak öyle bir ders verdi ki, tüm kalbimle dilerim bu dünya bir gün onun gözleriyle görmeyi öğrenir. Çünkü onun için bir tavşanı bile ailesinden ayırmak düşünülemezken, biz insanlar çocukları hayattan, sevdiklerinden, geleceklerinden koparmakta bu kadar pervasız olabiliyoruz.
Belki de asıl biz, onlardan öğrenmeliyiz hayatı yeniden. Oğlumun sessiz haykırışından, tavşanın yuvasına dönüşünden, bir çocuğun vicdanının sesinden...
Bu hafta sonu yaşadığım olaydan çıkardığım ders belki de bu: Karmaşık teoriler, derin felsefi tartışmalar yerine, bir çocuğun gözünden bakabilmek dünyaya. Empati duygusunu, aidiyetin kutsallığını, birlikte olmanın gücünü yeniden keşfetmek.
İşte bu yüzden, bugün bu köşede, hepimizin içindeki o saf çocuğu hatırlamak, ona kulak vermek ve onun gözüyle dünyaya bakmak üzerine düşünmenizi rica ediyorum.
Not: Hafta sonu inşallah Afyon’da olacağız, oralardaki dostlara, değerli okurlara şimdiden selamlar.
Ömer Ekinci'nin önceki yazıları...