İnsanın bilgisi ve gücü sınırlıdır

A -
A +

Daha önce de ifade edildiği üzre insan, fıtraten menfaatine düşkün bir varlıktır. Dînî ve manevî terbiyeden mahrum kalmış, bu sebeple de uhrevî duygu, düşünce ve kaygılarla uzaktan yakından ilgisi olmayanların ortak özelliği, bencil ve menfaatperest bir karakter yapısı taşımalarıdır. Yüce Allah'a, peygamberlere ve manevî değerlere inanmayan, sadece dış görünüşü itibariyle insan olanlar için Kur'ân-ı Kerîm, sözkonusu özelliği şöyle dile getirmiştir: "İnsan, yaratılıştan çok harîs ve hasîstir. Sıkıntı ve darlığa düşünce yaygara koparır, ni'met ve bollukla tanışınca da kimseye zırnık koklatmaz." (bkz. el-Meâric, 19, 20 ve 21) Nefsin müşterek hasletlerini çeşitli vesîlelerle çok çarpıcı ve ibretli şekilde tanıtan daha pek çok âyet-i kerîme vardır. Nefsanî benliğimizi ve insanî zaaflarımızı tanıyabilmek için bu ilâhî uyarıları dikkat ve ibretle değerlendirme ihtiyacındayız. Yalnız hiçbir zaman unutmamalıdır ki, ilâhî uyarı ve yönlendirmeler insanı bedenî olduğu kadar rûhî açıdan da en ideal dengelere oturtmayı amaçlamaktadır. Bir başka ifadeyle doğuştan getirdiği beşerî hasletlerini iyi tanıyanlar hem dünyada hem de ebedî hayatta gerçek mutluluğa ermenin önemli bir çare ve fırsatını yakalamış olurlar. İnsan, fiziksel yapısı bakımından olduğu gibi psikolojik yönüyle de zarar ve tehlikelerden uzak kalma konusunda doğuştan gelen bir reflekse sahiptir. Hiçbir akıllı ve normal insan durup dururken kendini tehlikeler içine atmaz. Hukuk, ahlâk ve törelerin beşerî ilişkilerde temel prensip olarak benimsediği "celb-i menfaat, def'i mazarrat" yani "yararlı olanı elde edip zararlıyı bertaraf etme" anlamındaki kural dînî ve ahlâkî olduğu ölçüde ilmî, aklî, mantıkî ve gerçekçi esaslara da dayanan değer ölçüleri ışığında işlerlik kazanır. Yoksa önüne gelen, nefsanî ve bencil düşünce ve istekler doğrultusunda kendi yararını gerçekleştirmenin derdine düşerse bu, toplumda ciddî bir kaos ve karmaşaya, tehlikeli sürtüşme ve çatışmalara yol açar. Egoistçe davranışlar belki geçici bir süre bazılarını memnun ve mutlu ediyormuş izlenimini verse de böyleleri sonunda büyük hüsran ve karamsarlık yaşarlar. Kaçınılmaz bir âkıbet Haksız tasarruf ve girişimlerin toplumda yol açtığı nefret ve düşmanlıklar elbette bir gün bu haksızlıkları işleyenlerin başında patlayacaktır. Bu, kaçınılmaz bir âkıbettir. Böylesi olmasa bile kişinin rûhunu daraltan, gönlünü karartan zulümler onu kendi iç dünyasında onulmaz bir sıkıntı ve azâba mahkûm edecektir. Günlük hayatın icapları için olduğu kadar dînî ve ahlâkî sorumlulukların edâ ve îfâsında da göz önünde bulundurulması temel düstur olarak benimsenen bazı prensip ve yükümlülükler vardır. Bunlar; nefsi muhafaza, nesli muhafaza, malı muhafaza, aklı muhafaza, dîni muhafazadır. İnsan canını, çoluk-çocuğunu ve malını korumak zorunda olduğu gibi aklına ve dînine zarar verecek şeylerden de sakınmak mecburiyetindedir. Çeşitli âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler bu konuda bizleri yeteri kadar açık bir ifadeyle bilgilendirmiştir. Dar çerçevede, tamamen indî ve mesnetsiz iddialarla menfaat düşkünlüğü yapılmasına fırsat tanınmamıştır. Menfaati korumanın yolu ve yordamı sağlam kriter ve kıstaslara bağlanmıştır. İnsan temel bilimsel veriler ışığı altında biyolojik, fizyolojik, psikolojik ve sosyolojik ihtiyaçlarını karşılamak, ölçülü ve dengeli bir hayat düzeni kurabilmek için Allah'ın bahşettiği imkân ve gücü en akılcı ve mükemmel şekilde kullanma durumundadır. Edindiği bilgi ve tecrübelerle kısa vadeli olaylarda belki bir noktaya kadar bazı önemli tesbît ve belirlemelerde bulunabilir. Fakat insanın önünü aydınlatan ilim, irfan ve ahlâk ışığı, özellikle uzun vadeli ve geleceğe yönelik konularda umumiyetle âciz ve çaresiz kalır. Manevî ve gaybî konular şöyle dursun maddî konularda bile insanın zaman zaman ne kadar yetersiz olduğu, çok güçlü sanılan kişilerin bile bazen nasıl tükendiği bilinen gerçeklerdendir. Nerede kaldı ki geleceği ilgilendiren tahmin ve yorumlarda güçlü ve yeterli olabilsin! Beşerî güç ve yetenekleriyle manevî ve gizemli konularda da söz sahibi olabileceğini aklı başında kimse kalkıp savunamaz. İster bu geçici dünya âlemi için, isterse ebedî mutluluğu için verdiği var olabilme, varlıkta huzurla kalabilme mücadelesinde başarı ve ümitler elbette ki insan için önemli bir motivasyon ve moral kaynağıdır. Bu moral gücünü kişinin kısıtlı ve sınırlı beşerî imkânlarıyla yakalayabilmesi mümkün değildir. Bunun için ilâhî takdîr ve tensîbe teslimiyet konusunda kendisini manen olgunlaştırmanın yollarını aramak durumundadır. Dînî ve ahlâkî telkin ve öğütler, ibadetlere ve hayırlı amellere devam ve ihlâs yanında tarihî menkıbelerde canlandırılan sevgi ve hulûs dolu hayat hikâyeleri çok etkili olmaktadır. Gerçek huzura ermek İnsan kendi indî değerlendirmelerine göre bir olayı kendisi için çok zararlı ve şerli bulur, olabildiğince ondan kaçınmaya çabalar. Fakat hiç bilmez ki aslında o olay onun için çok hayırlıdır. Bazen bunun tam tersi de söz konusu olabilir. Çok sevdiği ve arzuladığı bir şey esasında kendisi için gerçek anlamda bir felâket sebebidir. Fakat insan şahsî değerlendirmeleriyle çoğu zaman bu gerçeklerin sırrına eremez. (Aydınlatıcı olarak bkz. el-Bakara, 216) İlâhî telkin ve uyarılara dayanarak dış görünüşü sıkıntılı ve sevimsiz olaylara karşı manevî ve moral direncini sağlam tutanlar, bolluk ve ni'metler içinde ise şımarmadan itidali koruyanlar, hem dünyevî hem de uhrevî esenliklerini garanti altına almış, gerçek huzur ve mutluluğu yakalamış olurlar.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.