Şaşkınlığın peşinde

A -
A +

Dünyayı "müminin hapishanesi" olarak tarif eden Hazreti Ali (r.a.), "ölüm de hediyesidir" diyor. Gerçekte bir hapishane olan dünyayı hiç terketmeyecekmiş gibi bütün koordinatlarına sarılan insanlara uyarı olması için de "Dünya kâfirin cenneti, ölüm korkulu rüyası, cehennem de varacağı son noktadır" diye bitiriyor sözünü... Yıllar sonra Muhyiddin-i Arabi (k.s.), "Maddi hayata tapanlar, deniz suyu içenlere benzerler, içtikçe, susuzlukları artar" diyerek, doymaz iştihasıyla, kırıp döktüğünün farkına varmadan, küstürdüğü kalplerin hesabını yapmadan, ürküttüğü insanları kaale almadan geçici nimetlerin hevasına kapılan kifayetsiz muhterislere sesleniyor. Aslında iki yaklaşım da, "Bizden öncekiler gittiler" sonucunu haykırıyor... Anlayana... Zamanı, zihninde sadece bir takvime dönüştürenler, onu yıllara, aylara, haftalara, günlere, saatlere.. bölerek bir çıkış yolu bulmaya çalıştı. Ama her günün bir önceki günden daha "yıpratıcı", eskitici ve yok edici etkisini hesaba katmadığı için de bugünü dünden daha farklı kılmadı. Oysa bugün, dünün endişeleri, korkuları, şüpheleri ve yanlışlarına bir sağlama olmalıydı; aynı cendereden geçmeden yarına ulaşabilme kaygısı... Ama yok... Kavranması güçleştikçe, zamana karşı yarışa girişmeye başladı insanlık ve bir süre sonra öyle bir evrim geçirdi ki, bazı bilim adamlarınca "durgun bir enerji" olarak nitelenen zamanı kendisiyle özdeş hale getirdi ve hatta kendini daha öne geçirdi. Zamanı, sadece fizik kanunlarıyla yorumlamaya çalıştıkça da çıtayı aştılar ve başlarına bir yığın musibet geldi. Peki, bütün bunları neden anlatıyorum? Kendi benliğini ve mantık silsilesini, İlâhî Kudret'in de önüne geçirmeye başladıkça zavallılaşan ve kudurmuş bir şekilde sağa- sola saldıran insanlar arasında yaşamanın güçlüğünü ortaya koymak için... Kendilerine ilim olarak verilmiş yeteneklerini sadece kötülük, kargaşa, kaos, örseleme, yıpratma, hakir görme, aşağılama, onur kırma, eleştirme.. gibi kötücül enerjiye çevirmek adına kıyasıya birbirleriyle yarışan insanların, sadece üzerinde yaşadığım(ız) coğrafyayı değil, dünyayı da büyük bir felaketin ve sefaletin eşiğine getirdiğini hep birlikte görmüyor muyuz? "Enel Hak" diyenlerin, yonttuğu taşın karşısına geçip "Konuş ya Musa" diye haykıranların, "ben görevlendirildim" diye egzotik bir merak uyandırmaya çalışanların çılgınlığını yaşamış bir insanlık tarihi, eğer dünyayı bir hapishane olarak görseydi ve eğer maddi hayatın deniz suyuna benzediğini bilseydi, kendini yine bu şekilde tahrik/ tatmin etmeye çalışır mıydı? Sultanlarını titretmek ve kim olduklarını hatırlatmak için "Gururlanma padişahım! Senden büyük Allah var!" diye haykıran Yeniçeriler'i motive eden anlayış ile "Var mı benden daha büyüğü?" arasındaki farkı siz bulun... Ve yeniden, sizi sürekli eskitmeye ayarlanmış zamanın gücünü düşünün... Kim olursanız olun (şair, yazar, aktör, aktris, iş adamı, doktor, avukat, savcı, başbakan, bakan, manken, şarkıcı...), gözünüzün yaşına bakmadığını... Ne olur biraz yüz çevirin şu dünyadan ve şımartmayın onu... Sadece düşünün...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.