Tarihimizde yaşanmış, unutulmaz izler bırakan öyle vakalar var ki, her biri ayrı birer ibret vesikası olarak günümüze kadar anlatılagelmiş. 1500'lü yıllarda bir Şah İsmail vardı. İran'ı ele geçirip, Safevi devletini kurmuş, Azerbaycan'ı, Irak'ı işgal ederek, Ceyhun Nehrine kadar dayanmıştı. Osmanlı beldelerine gönderdiği ajanları vasıtası ile fırsat buldukça isyanlar çıkartıyordu. Yavuz Selim han, şehzadeliğinden beri Şah İsmail'in yaptıklarını takip ediyordu. İkisi de Türk olmasına rağmen, iki hükümdar arasındaki anlayış farkı siyah ve beyaz kadar uzaktı. (Bazı Azeri kardeşlerimiz, Şah İsmail'e olan sevgilerinden dolayı Yavuz Selim Han'ı pek sevmezler. Halbuki kendi tarih kitaplarına bakarlarsa, Azerilerin kahramanca savunmalarına rağmen, Şah İsmail, Baku'yü de işgal etmiş, topu topu 20 yıl kadar elinde tutabilmiştir. Sadece 20 yıl gibi bir süre işgalinde tuttuğu bir ülkenin lideri nasıl olabilir ki. Halbuki bütün Osmanlı sultanları her zaman Azerbaycan'ın yanında yer almışlardır. Azeri kardeşlerimin bu konuyu hassasiyetle araştırıp, Yavuz Selim Han'a haksız yere kin duymalarından vazgeçmelerini temenni ediyorum.) Şimdi Yavuz Sultan Selim Han ile Safevi hükümdarı Şah İsmail'i; zamanlarında geçen bir vakayı gözlemleyerek daha yakından tanıyalım. ** Etrafındaki birçok ülkeyi işgal ederek büyük bir imparatorluk kurma hayalinde olan Şah İsmail, önüne gelen Osmanlı köylerini, şehirlerini talan ediyordu. Osmanlı Devleti'nin Avrupa ile problemleri olduğunu bildiğinden, zayıf anında onu arkadan vurmak için, tahrik etmeye, savaşa kışkırtmaya çalışıyordu. Yavuz Selim Han ise, Türk ve Müslüman kanı dökülmemesi için ilk zamanlarda Safevi ülkesiyle savaşmaktan imtina etmektedir. Bir gün Yavuz Selim Han'a, Şah İsmail'den bir hediye sandığı gelir. Sandık açılır açılmaz etrafa pis bir koku yayılır. Üzeri çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas, kadife kumaşlar olan sandığın altı, insan pisliği ile doludur. Osmanlı Pâdişahına hakaret mahiyetinde gönderilen bu yakışıksız hediyeyi, Şah İsmail tahrik maksadıyla göndermiştir. Cihan padişahı bunun üzerine vezirlerine emir verir, "Bu edepsizliğe, Osmanlı'nın şanına yakışacak şekilde bir mukabelede bulunmalıyız." der. Değerli mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık itina ile hazırlatılır ve derhal Şah İsmail'e gönderilir. Sandık, Şah'ın huzurunda açılır açılmaz, etrafa mis gibi gül kokusu yayılır. Meclisteki herkes sandıktan çıkan göz kamaştırıcı nadide mücevher ve kumaşlara hayranlıkla ve şaşkınlıkla bakmaktadır. Sandığın içine, ayrıca o zamanın en nefis gül kokulu lokumlarından hazırlanmış bir kutu yerleştirilmiştir. Kıymetli hediyeler sunulduktan sonra, Osmanlı Elçisi, zehirli olmadığını göstermek için nefis gül kokulu lokumdan önce kendi tadar, sonra büyük bir saygı ve nezaketle, Şah İsmail'e takdim eder. Daha sonra da diğer huzurda bulunanlara teker teker ikram eder. Şah İsmail kendi gönderdiğine karşılık bu güzel ikrama hiçbir mana verememektedir, şaşkınlık içindedir. Osmanlı Elçisi, Lokumları dağıttıktan sonra, Yavuz Selim Han'ın yazdığı, kutunun altına iliştirilmiş, bir cümleden ibaret mütevazı bir pusulayı (notu) alır, öpüp başına koyar. Sonra elçi, Sultanının pusulasını, hayret ve şaşkınlık içindeki Şah'a uzatır. Meclisteki herkes pürdikkatle pusulada ne yazdığına odaklanmıştır. Şah, pusulayı okur. "İsmail, herkes yediğinden ikram eder." ** Ee ne demiş atalarımız! Bir kapta ne varsa, dışarı da o sızar. Yavuz Selim Han, mahiyetindekileri titreten otoriter bir pâdişah olduğu halde, âlimlere, halkına, karşı son derece tevâzu sâhibiydi. Devamlı; "Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş. Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş" buyururdu. 22 Eylül 1520'de, 50 yaşında vefat eden Sultanın kabri, İstanbul Fatih'teki Sultan Selim Câmii avlusundadır.