Başbakanımız "verdik ellerine bir çelik çomak, oynayıp dursunlar" deyince, taa çocukluk yıllarındaki hatıralara gidiverdim birden. O günlerde ne televizyon vardı, ne bilgisayar. Hatta öyle hazır oyuncak bulmak, oynamak; lükstü. Nerdeee?.. Kendi arabamızı kendimiz yapardık, kırmandal telinden (tütünleri kurutmak için kazıklar üzerine gerilen kalın tel). Birkaç yerini renkli kağıtla süsledik mi değmeyin keyfimize! Başbakanımızın bahsettiği çelik çomak ise, en zevkli oyunlarımızdan biriydi. Çelik tabir ettiğimiz, bir karış boyunda, bir serçe parmak kalınlığındaki küçük çubukla, çomak tabir ettiğimiz, bir metre kadar boyunda, büyüklerin başparmağı kalınlığındaki değnekle oynanan bir oyundu çelik çomak. Bir takım oyunuydu. Eşit sayıdaki taraflar kazdıkları küçük bir çukurun üzerine koydukları çeliği, çomakla kaldırıp vururlar, karşı takım oyuncuları onu yakalamaya çalışırdı. Yakalayamazlarsa, çeliğin ulaştığı noktadan yere bırakılmış çomağı vurmaya çalışırlardı. Vuramazlarsa ve çeliğin ulaştığı noktadan, rakip takımın söylediği adım sayısında çukurun yanına gelemezlerse, adım sayısı kadar sayıyı, çeliği atan takım kazanırdı. Bir de "muku" vardı. Bir daire içine küçük kaydırak taşlar üst üste dizilir, en üste de bir teneke kutu konurdu. Sonra bu teneke kutu belli bir mesafeden vurulmaya çalışılırdı. Eğer taşları devirmeden üstteki teneke vurulursa, tenekenin yuvarlandığı yere kadar adımlar sayılır, sayı kazanılırdı. "Snor" ise bir kale kapmaca oyunuydu. İki taraf sokağın birer başına futbol maçı kalesi gibi, taştan kale yapar. İki kale arasındaki mesafe, ortadan çizgi ile belirlenir. Her oyuncu bu güvenlik çizgisini geçerek, yakalanmadan diğer kaleye ulaşmaya çalışırdı. Sek sek, ip atlama, saklambaç ve beş taş oyunları da kızların en gözde oyunlarının başında gelirdi. Çocukluğumda oynadığımız oyunlarda mızıkçılık yapan olursa, bunu gören kişi "kazan çömlek patladı! Kazan çömlek patladı!" diye koşa koşa dolaşır, oyunu durdururdu. Böyle bağırarak dolaşan nice arkadaşımın sesi kulaklarımdan hiç gitmiyor. O günlerde kurulan arkadaşlıklarda sanki daha bir samimiyet, bir içtenlik vardı. Çünkü takımla oynanan bu tür oyunlar, çocukların bağrışmaları, çığrışmaları arasında oynanır, çocuğun sosyal hayata uyumunda büyük rol oynardı. Böyle yetişen çocukların gerçek hayatta zorluk çekeceklerini hiç zannetmiyorum. Çünkü hayatın içinden geliyorlardı zaten. Bir de sokaklarda kötülük yoktu o zamanlar. Herkes birbirini tanır, bilirdi. Kötü barındırılmazdı. Ya şimdi öyle mi ya? Televizyon çıktı, bilgisayar çıktı, bin bir çeşit ekran oyunları çıktı. Çocukları bilgisayar başından kaldırabilirsen kaldır. Âdeta bütün dünyaları bilgisayar olmuş. Güçleri yetse 24 saat kalkmayacaklar başından. Sokaklar mı? Ne ararsan var, güven duygusundan başka. Her köşe başı, çocuklar için bir zehir zemberek yuvası... Bu çocuklar, sosyal hayattan kopuk, yalnız bir hayal dünyasında yaşıyorlar. Arkadaşlık bağları zayıf, insanları, çevreyi, tanımadan büyüyorlar. En kötüsü de gerçek hayatı bilgisayar oyunlarındaki gibi görüyorlar. Uçuk bir dünyada yaşıyorlar. Rambo savaşçısı gibiler. Süpermen gibi uçmak, hulk gibi ezici bir güçte olmak istiyorlar. Yüklendikleri stresi harcayamadıkları için, agresif oluyorlar. Beyinleri bir noktaya kilitlenmiş oluyor. Çevresiyle irtibat kuramaz hale geliyorlar ve sonunda içlerine kapanıyorlar. Nermin Hanım, Fadime Teyze, Rasim Bey, huuu! Dizilerden, maçlardan biraz başınızı kaldırın, çocuklarınıza bir bakın. Onları kaybettiğinizin farkında değil misiniz? Maç izlerken rahatsız etmesin, dizi izlerken o da bilgisayarıyla eğlensin dediğiniz, ya da izlediğiniz televolelere ortak ettiğiniz çocuğunuzu yavaş yavaş kaybettiğinizin ne zaman farkına varacaksınız? Bizim oynadıklarımız gerçekti... Taştı, topraktı, ağaçtı. Ayaklarımız yere basıyordu. Şimdi, hayal dünyasında, hayallerle oynayan çocuklarımız, gerçekleri algılamakta güçlük çekiyor. Çelik çomak kültüründen, daha çook bahsetmemiz gerekir. Yoksa, yarınki nesil ne çeliği tanıyacak, ne de çomağı...