Yıl 1514... Şah İsmail'in fitne kaynattığı günler... Baskınlar, cinayetler artmış, evler, camiler talan edilir olmuştu. Çoluk çocuk demeden yapılan katliamlarla, Doğu Anadolu'da halk artık canından bezmiştir. İşte Yavuz Selim Han, bu ateşi söndürmek üzere, Şah İsmail'i Çaldıran Ovası'nda kıstırıp 23 Temmuz 1514 muharebeye tutuştu. O zamanki İran Şahı İsmail-i Safevi; tahtını, tacını ve hanımını muharebe meydanında bırakarak, İran içlerine kaçtı. Çaldıran Zaferi sonrasında, Doğu ve Güney harekâtıyla; Harput, Silvan, Bitlis, Hasankeyf, Diyarbakır, Urfa, Mardin, Cizre'den Rakka'ya kadar olan Kuzeydoğu bölgeleri ile Musul havalisi Osmanlı himayesine alındı. Halk huzura kavuştu. Sultan Selim Han, Tebriz'e kadar girip, büyük veli Kemâleddin Erdebili hazretlerinin duasını almak için ziyarette bulundu. İşte burada, Sultan'ın gözü onca insan arasından, Hafız Mehmed ile oğlu Hasan'a takılır. Birden, kanı kaynar onlara. Bunlar isimsiz insanlardır, ancak yüzlerinde öyle iç ferahlatan bir samimiyet vardır ki... Hafız Mehmet; bülbül gibi sesiyle, okumaya başladı mı, dinleyenler mest olur, gözlerden boncuk boncuk yaşlar gelirdi. Oğlu Hasan ise hem gönül ehli, hem âlim, birkaç lisan bilen pırıl pırıl bir delikanlı... Sultan onları İstanbul'a davet eder. Hafız Mehmed'in işi bellidir: Müezzinlik! Hasan Can'ı ise yanına alır, can yoldaşı, sırdaşı, edinir. İşte böyle başlar Sultanla Hasan Can'ın can dostluğu... Ve onu, ölünceye kadar yanından hiç ayırmaz. *** Yavuz Selim Han'ın Mısır seferine niyetlendiği günlerdir. Sefer için bir işaret bekleyen Sultan, vaktini sabahlara kadar ibadetle geçirir. Yemekten içmekten kesilir. Bir sabah Hasan Can'a, "Rüyanı anlat" der. Hasan Can şaşırır. Rüya falan hatırlamıyordur. Sultan ise, "İyi düşün görmen lâzımdı!" der. Hasan Can çıkar. Şaşkın ve mahcuptur. Tam o sırada, Kapıcıbaşı Hasan Efendi gelir. "Bu gece garip bir rüya gördüm, sultana nasıl anlatmalı?" deyince Hasan Can onu tuttuğu gibi Sultan'ın huzuruna çıkarır ve "Efendim, rüyayı gören Hasan kulunuz buymuş" der. Padişah anlat deyince başlar anlatmaya: -Hünkârım nöbetteyken çadırınıza dört atlı yaklaştı. Önlerine çıkmak istedim, fakat onların asaletinden ve heybetinden dizlerimin bağı çözüldü. Sizi sordular. Meşgul olmalı dedim. "İyi. Rahatsız etme. Geldiğimizi sabah söylersin. Biz Server-i Kâinatın eshabındanız. Efendimiz, Selim Han'a selâm söyledi ve buyurdular ki: Mescid-ül Haram ve Mescid-ül Nebevi'nin hizmeti kendisine verildi!" dediler ve bir anda ışıklı izler bırakarak ufukta kayboldular. Sonradan, onların dört Halife-i Müslimin olduğuna vakıf oldum. Yavuz heyecanlanır, gözleri yaşarır. Sonra Hasan Can'a dönerek, "Bre Hasan Can, bilir misin biz emir olunmadıkça kıpırdamayız? İşte beklediğim işaret geldi. Artık sefere çıkabiliriz" dedi. Ve öyle de oldu. Irak'tan Kahire'ye kadar bütün topraklar Osmanlı'nın yönetimine geçti. 22 Ocak günü (bugün) 1517'de Kahire yakınlarındaki Ridaniye'de Mısır ordusuyla muharebe başlar ve Sultan Selim Han, 15 Şubat 1517'de Kahire'ye girer. Hutbede kendisi için söylenen "Hakim-ül-Haremeyn-iş-Şerifeyn" unvanını kabul etmez. "Hakim" kelimesi yerine, hürmet ve tevazu edip, hizmetçi manasındaki "Hadim"i söyleterek, "Hadim-ül-Haremeyn-iş-Şerifeyn" (Mekke ve Medine'nin Hizmetçisi) unvanını aldı. Bunu belirtmek için de sarığının üstüne süpürge biçiminde sorguç taktı. *** Mısır seferine çıkacakları gün Sultan, yoldaşına takılır. "Hasan Can kahvaltı yaptın mı?" O da "Beli (evet) sultanım!" der. Sultan, "Ne vardı?" deyince, "Yumurta..." der Hasan Can. İstanbul'dan Mısır'a giderler, uzun yollar katederler ve muharebeler görürler. Nihayet Mısır seferi biter, dönerlerken Sultan ansızın sorar. "Nasıldı bre?" Cevap şimşek hızıyla gelir: "Rafadandı Sultanım!" Aradan geçen bunca zamana rağmen nasıl unutmamıştı. O ne güzel bağlılıktı. O ne muhteşem samimiyetti. O ne engin dostluk... Onlar öyleydiler. O inanç, o hürmet, o bağlılık ve edeb değil miydi, onları başarıya taşıyan? Birlikte düşünmek, beraber hissetmek... "Hemhâl olmak" denilen şey bu olsa gerek.