Haberi doğrula, yalanı yayma!..

A -
A +

İftira attığımız insanın; Hristiyan, Yahudi ya da Müslüman olması önemli değildir. Çünkü, hepsi ahirette hakkını mutlaka alacaktır. Biz ise bugün sosyal medya üzerinden açtığımız sahte hesaplarla yaptığımız iftira, dedikodu vs. yalanların hesap defterine işlenmediğini düşünüyoruz. Unutmamalıyız ki, elimizin altındaki klavyeler ahirette aleyhimize şahitlik yapacaktır!..

 

İslam Akaid metinleri, yanlış biçimde neye inanılacağını dikte eden metinler olarak anlaşılmaktadır. Benim kanaatim ise, klasik akaid metinleri aynı zamanda bir ahlak kitabıdır, ahlak düsturudur. Bu metinler; Müslümanın medeniyete, topluma, kendi aralarındaki ilişkilere nasıl bakması gerektiğini, nasıl davranması gerektiğini öğretir. İman ile ahlak birbirinden ayrı düşünülemez. İman ile neye inanılması gerektiği söylenirken, ahlak ile nasıl davranılması gerektiği de ihmal edilemez.
Ebu Hanife hazretlerinin özellikle el-Âlim ve’l-Müteallim eseri, bu dediğim özellikleri taşıyan ana metinlerden birisidir. Ebu Hanife, bize çok ilginç ahlaki ve estetik ilkeler sunar, o yüzden akaid metinleri bize aynı zamanda nasıl ahlaklı bir Müslüman olunması gerektiğini de öğretir. Peki, niye bu zamana kadar akaid metinlerini bir ahlak metni diye okumadık? Bu durum biraz bakış açısından kaynaklanıyor. “Bakmakla görmek bir değil” sözünden çıkarımla herkes bakar da herkes göremez. Bizler biraz da modern dönemde bu metinleri çok da önemsemedik. Bu metinlerin artık tarihte bitmiş tükenmiş kendini yenilemeyen metinler olduğunu varsayan Modernist Selefî bir hastalığa tutulduk.
Hazreti Ebu Hanife, Allah ondan razı olsun şöyle diyor talebeye:
“Allah iyiliğini versin acele etme, fetva konusunda daha ağır ol, sana bahsettiğim şeylerden beğenmediklerin olursa eğer, ihlaslı isen bana açıklamasını sor!”
Ebu Hanife’nin talebeye öğüdü oldukça önemlidir. Birinden bir fetva veya görüş duyduğunda önce bunun delillerini sor, hemen yargıda bulunma, acele etme…
Bugün en çok yaptığımız şey aslında, Müslümana yakışmayacak şey duyduğu bir bilgi hakkında acele karar vermesidir.
Ebu Hanife devam ediyor;
“…Nice insanlar vardır ki, bir sözü ilk işittikleri zaman beğenmezler!” Bu cümle aslında bir önceki paragrafta dediklerimizi anlatıyor. Bugünümüzü anlatıyor. Karşımızdaki insanın açıklamasına hazır değiliz, onu dinlemek istemiyoruz. Aslında samimi insan karşısındakini dinlemek ister, taassubkâr insan ise kendini ötekine kapatır. Karşı taraf ne söylerse söylesin, kendi bildiğinden asla şaşmaz. O yüzden Müslüman samimidir, taassubkâr değildir. Müslüman duvarların arkasında yaşamaz, bir yarasa gibi karanlığa saklanmaz. Müslüman ötekine açık insandır, komşularına karşı vefakârdır. Daha doğrusu, öyle olması beklenir.
Ebu Hanife devam ediyor:
“Sakın bir sözü duyup beğenmeyen, sonra da sahibini lekelemek için o sözü insanlar arasında söyleyip ifşa eden kimselerden olma!”
Hazreti İmam, işte tam yaramıza dokundu, sosyal medyada en çok karşılaştığımız tip bunlardır. Bu tipler; bir sözün bağlamını bilmiyor, niçin söylenildiğini bilmiyor, nasıl denildiğini bilmiyor, ama ne önemi var hoşlanmadığı ya da siyasi duruşuna karşı, muhalif biri mi hemen paylaşıyor. Ondan sonra da o kişiye ve söze bir linç kampanyasına dönüşüyor. Ebu Hanife yüzyıllar öncesinden, “İfşa edip sözü yaymayın” diyor. Hem de bunu Ehl-i Sünnetin itikadi bir esası olarak söylüyor. İşte Ehl-i sünnetin özelliği budur. Ama bugün bunu yapanlar kendilerine, “Ehl-i sünnet” diyorlar!
Çağımızın en temel sorunu, maalesef temsil sorunudur. İnsanlar iddialarının mümessili olmayınca yani iddialarının taşıyıcıları olmadığı zaman, en büyük zararı o iddianın kendisine vermiş oluyorlar. Hani ismiyle müsemma diye bir söz var ya adam bakıyor; “şu Müslüman böyle ise İslam böyledir” diyor. Bu da yanlış ama algı gerçeğin önüne geçiyor. O yüzden mesele, yapmamız gereken ile yapmamamız gereken ayrımıdır. Bu durum Ebu Hanife açısından müthiş şekilde ortaya konuluyor. Ne yapacağız? Hoşumuza gitmese dahi, o hoşumuza gitmeyen sözleri toplum içerisinde hemen yayıp fitneye sebep olmayacağız. Neden diyor, niçin diyor, nasıl diyor diye tetkik edeceğiz.
Ebu Hanife’nin bu konuyu akaid metninde ele alması, neden bu kadar önemli olduğunu gösteriyor. Belki farkında değiliz ama günahların en büyüğü çoğu kez ‘söz’ ile işlenir. Aslında burada çok büyük bir günah var, bunlardan birisiyle günahı yaymış oluyorlar. Eğer o söz gerçek değilse, batıl bir sözse sen o sözün yayılmasına aracılık ediyorsun. İkincisi; kul hakkına giriyorsun. Bir de kul hakkı var, adam hakkında kara propaganda yaparak adamın gerçek anlamda kastetmediği bir sözü ona isnat ederek onun hakkına girmiş oluyorsun. Burada katlamalı günah var, üst üste biniyor, günahın kat kat artıyor. Bir damla ile koskoca kaptaki bir suyu kirletebiliyorsun.
Hakîm es-Semerkandi’nin Sevâd-ü’l-Azam İmamu’l Haremeyn el Cüveynî’nin el-İrşâd adlı eserinde ve Ebu’l-Muin en-Nesefî’nin Bahrü’-l Kelam adlı eserinde kul hakkı meselesi, Ehl-i sünnetin temel akaid metinlerinde yerini almıştır.
Allah, kulunun şirk dışında her günahını affeder ama kul hakkını alacaklı ile verecekli arasındaki helalleşmeye bırakır. Dedikodu, iftira, adam öldürme, birinin hakkını gasbetme, hakkı olana hakkını vermeme, hakkı olmayan menfaati (maddi veya manevi) kamu malından alma gibi meseleler kul hakkına neden olur. Bu günahlar, kulun ölmeden önce hakkı olanla helalleşmesi dışında bağışlanmaz. Ahirete kaldığında ise Allah, hakkı gasbedilenin hakkını hakkı gasbedenden mutlaka alacaktır. İftira attığımız insanın; Hristiyan, Yahudi ya da Müslüman olması önemli değildir. Çünkü, hepsi hakkını mutlaka alacaktır. Biz ise bugün sosyal medya üzerinden açtığımız sahte hesaplarla yaptığımız iftira, dedikodu vb. yalanların hesap defterine işlenmediğini düşünüyoruz. Unutmamalıyız ki, elimizin altındaki klavyeler ahirette aleyhimize şahitlik yapacaktır. İşte bu yüzden Ebu Hanife hazretleri, günaha giden yolu kapatmak istiyor, kul hakkı doğacak fiillerin önüne geçmek istiyor…
İtikad ve ahlak eğitimi ortaokullardan itibaren temel din bilgisinin bir parçası olarak müfredatta yerini almalıdır. Bu bilinç, orta eğitimden itibaren gençlerimize ve çocuklarımıza kazandırılmalıdır.
Allah Resulü (aleyhisselam) bir hadis-i şerifinde “Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse ya hayır konuşsun ya da sussun” buyuruyor. Çünkü ahlak iyiyi, güzeli yaymayı onun peşinde olmayı gerektirir. Toplumda kötülüğü konuşmak, alenileştirmek; kötünün ve ahlaksızlığın reklamını yapmak anlamına gelir. Bu durumda ne yapalım hataları, yanlışları halının altına mı süpürelim? Sorularını soranlar olabilir. Elbette hayır! Ama gençleri, çocukları zehirleyecek kadar şiddeti, ahlaksızlığı alenileştirmek ve bunu medya araçlarıyla yapmak hangi yanlışı düzeltecektir. Kötünün sıradanlaşması aslında kalplerimizi karartıyor. Çünkü olağan hâle geliyor, hayatın bir parçası oluyor. Bu duruma psikolojide “aşırı uyarılma” deniliyor. Aşırı uyarılma, çok fazla ışık ve sese maruz kaldığınız zaman sesleri ayırt edememek demektir. Şimdi kötülükle, aşırı uyarılma da aynı sonuca yol açıyor. İnsanlar sürekli kötülükle, ahlaki olmayan eylemlerle uyarıldığı zaman bir müddet sonra ahlaki eylem nasıl yapılır, iyi nedir gibi sorularda maalesef duyarsız kalmaya başlıyorlar.
Batı medyasında; kan göremezsiniz, trafik cezalarında ve terör olaylarında yerde yatan bir ölü göremezsiniz. Bizde her şey çarşaf çarşaf rahatlıkla yayınlanabiliyor. İnsanlar, gündüz saatlerinde televizyonlarda aile içi şiddetten tutun da gayri ahlaki eylemlere kadar her şeyi aleni şekilde anlatabiliyorlar. Reyting uğruna kötülüğün, şiddetin ve ahlaksızlığın aşırı uyarılması ile karşı karşıya kalıyoruz.
Oysa Müslüman iyiliği yaymak ve onu olağanlaştırmak için uğraşmalıdır. Müslüman için birine göstereceğin tebessüm, yolunu kaybeden kimseye yolu gösterivermen, yoldan taş vb. şeyleri kaldırıp kenara atman, birine su vermen iyiliktir. İyiliği çoğaltmak, bu dünyada kötülüğe karşı yapabileceğimiz en büyük savaştır. İnternet ve sosyal medya, bizim iyiliği yayma amacımıza hizmet edebilir. Ne yazık ki, biz bunu yapmak yerine hiç yapmamamız gereken kötülüğün yayılmasına hizmet ediyoruz. Bu yüzden Hazreti Ebu Hanife’ye kulak vermeli, kötülüğü ve yalanı yaymaktan vazgeçmeliyiz…
Ebu Hanife’nin risalelerinde iman ile ahlaki ilkeler, iç içe geçmiş vaziyette sunuluyor. Bunları birbirinden bağımsız hâle getirdiğimiz zaman ve aralarındaki bağı kopardığımızda zihin dünyamızda kompartımanlar oluşuyor.
Müslüman, ticaret yaparken “Paranın dini olmaz, oraya ceketini bırak iman orada kalsın” diyebiliyor… Ya da trafikte giderken “İmanını arabanın dışına çıkar, iman direksiyona geçmiyor, iman direksiyona geçse sağındakinin solundakinin hakkını gözetmen lazım” diyebilir…
İmanımızla ahlaki eylemlerimiz arasındaki o ilişkiyi yeniden kurmamız lazım. Tasavvufta, Allah’ı bütün varlıkta temaşa etmek ilkesi de böyledir. Her şeyde Allah’ı temaşa etmek nasıl mümkün olacak? Elbette; rıza-i ilahiyi gözeterek, yaptığın her işte rıza-i ilahiyi gözetmek imanın en kâmil şeklidir. Yaptığın her işte; terzi diktiği elbisede, fırıncı pişirdiği ekmekte, mimar yaptığı binada velhasıl ne iş yapıyorsan onda Allah’ın cemalini görüyor gibi işine önem vermen gerekir ki bu kemâl mertebesine ulaşabilesin. İman, ahlak ve eylem bütünlüğü; İslam inancının ulaşmak istediği menzildir. Bu nedenle geleneksel akaid metinlerinde iman ve ahlak meselesi bir bütün olarak ele alınır.
Müslümanlar olarak eylemi öne alırken ahlakı geride bıraktık. Müslümanın hayatı, bölünmüş ve parçalanmış kompartımanlar gibi, hani tren vagonları var ya! Bir vagonda Müslümanız, bir vagonda tüccarız, bir vagonda öğretmeniz, bir vagonda akademisyeniz, bir vagonda memuruz, işçiyiz. İman ve ahlak nerede kaldı? “Onu en son vagonda bırakmıştım, orada duruyor inerken alacağım!..” Oysa bizim bütün bu vagonlarda o İslam’ın değerlerinin, ahlakının içselleştirilmiş olması lazım. İmanımız ile ahlakımız arasındaki bağı yeniden keşfetmemiz lazım. Ahlaki meselelerde kaybettikçe, iman coğrafyamız da kuruyup çölleşiyor…
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.