Beni unutma... unutma beni...

A -
A +
O içeri girdiğinde, görünmez bir komutan emir vermiş gibi, ayağa fırladık.
Bu bize, o an o odada bulunan iki kişiye mahsus bir şey değildi; O'nu kim görse aynı kaçınılmaz saygı ile ayağa kalkardı.
Çünkü O'ndan yayılan sessiz, kelimesiz sevgi ve saygı halesi neredeyse gözle görülürdü; asfalttan yükselen, titreşen ısı dalgaları gibi.
Geldi, masasına oturdu.
2002 yılıydı. Ağustosun ilk günleri...
Yalova sırtlarındaki odada O, ben ve çocuk...
Kısa bir sessizlik anı... Denize bakan pencerenin önünden bir kuş sürüsü geçti cama çarpacak gibi; içlerinden birinin tiz ötüşü odayı selamladı.
O, derin bir nefes alıp boşalttı:
- Allaaahh... Namazda aklıma geldi, mezar taşıma şöyle yazdırayım diye düşündüm: Rabbim, hiçbir kimsenin kalbini kırmadım, sen affeyle...
Pencereden dışarı, aşağıda görünen sakin denizi taradı gözleri...
- Bizim kimsenin malında, dünyalığında gözümüz yok. Biz yüzümüzü kabristana çevirmişiz. İstikamet ahiret diyoruz. Dünyadan dünyalık beklemeyiz. Biz kefenini giymiş insanlar gibiyiz.
Hüzünle söylediği her cümle, yol yol çizik atıyordu insanın yüreğine... Çokça yaptığı gibi, sağ dirseğini masaya koydu, avucunu çenesine dayadı, bu kez gözlerinin çocuğa sabitlendiğini hissettim:
- Bir bahçıvan iki üç gül almak için binlerce dikene de bakar, onlara su verir... Ama gül kokar, diken batar.
Bana döndü:
- Kimseyi kırmadım, herkese iyilik etmeye çalıştım, neden arkamdan bıçakladılar bilmiyorum.
Kafasını sağa sola sallarken, bir şey diyecekmiş ama vazgeçmiş gibi sustu. Tekrar çocuğa döndü:
- Kaçıncı sınıfa gidiyorsun yavrum?
- Üç...
Kısık sesle söylenen bu iki harfi duyduğunu sanmıyorum; ben cevabı önceden bildiğim için seçebilmiştim.
- Ya savcı ol, ya doktor... Bu aralar en çok ikisinden çekiyorum.
Çocuk sessiz kaldı. Ama O, edeple oturan çocuğun sesini duyacak ikinci bir soru sordu:
- Kaç yaşındasın?
Çocuk bulunduğu "özel atmosfer" sebebiyle yaşını tam olarak hesaplayamadığından olacak, daha kolay bir cevap seçti:
- Doksan üç doğumluyum.
O, yine pencereden dışarı bakarken, önceden kararlaştırılmış bir tarihten bahseder gibi, kısık sesle hesap yaptı:
- Doksan üç... İki bin üç... İki bin on üç...
Tekrar çocuğa döndü, kafasını olumsuz anlamda sağa sola salladı:
- Ba'de harab'ül Basra, dedi acı bir tebessümle... ("İş işten geçtikten sonra" anlamında kullanmıştı. Ve, bütün bir insanlığın yükünü çekiyormuş gibi, onların bütün günahlarını bir nida ile eritecekmiş gibi derin bir iç çekerek "Allaaahhhh" dedi, arkaya yaslandı.) Bir tıp konferansında dinlemiştim. Yanık acısı kadar ızdırap veren başka acı yokmuş... Cehennem ateşini düşününce...
Bu kez yüzünü ellerinin içine aldı:
- Ama ölümden korkmamak lazım, dostu dosta kavuşturur.
Sustu.
Sessizlik biraz uzun sürünce, ağır bir suçlunun, duruşma hâkimine korkuyla bakışı gibi yavaş yavaş başımı kaldırıp yüzüne bakmaya cüret ettim.
Yine pencerenin dışına, hatta dünyanın dışına dalıp gitmiş gibiydi. Gözlerinde yaş vardı. İlk kez gündüz ağlıyordu...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.