Andıç ve namus

A -
A +
Türkiye yaşadığı askerî darbeler ile yasal yollardan yüzleşmeye devam ediyor.
Çok çalkantılı zamanlar geçirdi bu konuda.
Askerî darbeler ile yüzleşme aşamasında FETÖ’nün yargıya sızmış unsurları devreye girince, darbeye teşebbüs adı altında yüzlerce suçsuz insan cezaevlerinde yıllarca yatırıldı.
Darbeler ile yüzleşmek adı altında kendi militanlarına yer açmak için bu ülkenin kahraman evlatları hapishanelere atılınca, darbeler ile yüzleşme konusu da itibarsızlaştı. Oysa bu ülkede askerî darbeler ve muhtıralar yolu ile Başbakanlar asıldı, astıkları yağlı urganın parası dahi ailesinden tahsil edildi, tanklar yürütüldü, hükûmetler devrildi.
Vatana ihanetten astıkları Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun bizzat imzaladığı anlaşma neticesinde Kıbrıs Barış Harekâtı düzenlendi.
Başbakan Menderes ve arkadaşlarının itibarları Meclis yolu ile iade edildi.
Tamam da, 15 Temmuz öncesindeki darbeler ve destekçileri ile hesaplaşılabildi mi?
Hayır.
Hâlâ okullarda, caddelerde darbecilerin isimleri duruyor.
İşte tam da böylesi bir ortamda, 28 Şubat davası sanıkların cezalarının onanması, aklıma medyanın tarihte alnına kara leke olarak çalınmış ANDIÇ konusunu düşürdü.
 
Neydi ANDIÇ ya da ANDIÇLAMA olayı?
 
PKK’lı terörist Şemdin Sakık’ın ifadelerinin içerisine, Sakık’ın ifadesinde olmamasına rağmen Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar ve Mehmet Barlas gibi gazetecilerin isimleri katılarak medyada çarşaf çarşaf haberler yapıldı. Genelkurmay Başkanlığında hazırlanan andıçın, medyaya Çevik Bir ve Erol Özkasnak tarafından servis edildiğine dair sayısız haber yapıldı, yazıldı, çizildi.
Birçok gazeteci işini kaybetti, Birand’ın 32. Gün isimli programına son verildi.
Oysa haber nereden gelirse gelsin, gazetecinin görevi doğruluğunu araştırmak ve teyit üzerine konuyu haberleştirmektir.
Ama öyle olmadı.
O tarihlerdeki medya patronlarından Dinç Bilgin, daha sonra katıldığı bir programda ‘Aslında o metni yayınlamamam gerektiğini bilsem de, Hürriyet gazetesi dâhil yayınlayınca yapacak bir şeyimiz kalmadı, ordunun baskısından yayınladık’ diyordu.
Yani karargâhta düzmece bir şekilde hazırlanan andıç, medyaya tak diye emrediliyor, şak diye manşet oluyordu. Hatta ‘üst düzey bir askerî yetkiliye’ dayanarak yapılan yalan haberler ile Türkiye gündemi her gün tutsak ediliyordu.
Peki tüm bu olanları neden anlattım?
Hani bugün medyaya yönelik eleştirilerimiz var ya, işte o eleştirilere bakınca, Z kuşağı evlatlarımız görmedikleri eski Türkiye’yi mutluluk ülkesinin saadetli zamanları olarak algılıyor.
Bir diğer konu ise, bir ülkede darbe ve darbeciler ile yargı önünde hesaplaşılacaksa bu sadece güvenlik bürokrasisi üzerinden olmamalı. O bürokrasi ile içli dışlı olmuş, azmettirmiş, desteklemiş her kim varsa hepsi ile hesaplaşılmalıdır.
Bu hesaplaşma bir kan davası için değil, tarihi darbeler ile hemhâl olmuş ülkeler ile aynı kaderi paylaşmamak için olmalıdır.
Bakınız Suriye, Irak, İran, Mısır, Cezayir, Afganistan, Pakistan ve daha sayamayacağımız kadar çok ülkenin, bugünkü perişan hâllerinin en önemli sebeplerinden birisi, darbeler yolu ile ülkenin anahtarının başkalarına teslim edilmesindendir.
Türkiye olarak biz farklıyız, bu ülkelere benzemeyiz masallarını gidin ağababalarınıza anlatın.
 
Hudut namustur
 
Malumunuz geçtiğimiz günlerde bu köşede yeni güvenlik sorunlarının sert güç kaynaklı sorunlar ile sınırlı kalmayacağını, biyogüvenlikten gıda güvenliğine ve oradan da düzensiz göç hareketlerine kadar uzanan geniş bir yelpazenin dünya açısından güvenlik sorunu oluşturacağını kaleme almıştım. (*)
Dünyada düzensiz göç ile başka bir ülkeye yerleşmiş 275 milyon insan, sığınmacı ve mülteci statüsünde ise yaklaşık 80 milyon insan var. Bu rakamların ekonomik sıkıntılar, kuraklık ve iç çatışmalar gibi sebeplerden dolayı çok daha da artacağı biliniyor.
İşte tam da böylesi bir ortamda “sınır namustur” sloganı çerçevesinde bir gündem oluşturuldu.
Elhak, sınırlar namustur ve sınır güvenliği konusunda Türkiye’nin nasıl bir amansız mücadele verdiğini o yazımda detayları ile ele aldım.
Peki sınır namus ise sınırlarımızdan geçmeye çalışan ve evlatlarımızı şehit eden YPG namusumuza göz dikmiş eli kanlı bir terörist unsur değil midir?
Sınır güvenliğimize yönelik yapılan harekâtlar gündeme geldiğinde ‘Afrin’de ne işimiz var?’ demeyi ‘Sınır namustur’ anlayışı ile nasıl izah edeceksiniz?
Sınırlarımızı her türden terör saldırısından korumak için can veren ve toprağa düşen TSK’nın kahraman evlatlarına, bir partinin militanı yakıştırması yapmak ‘sınır namustur’ anlayışı ile nasıl bağdaştırılabilir?
“TSK Güney Kürdistan’da katliam yapıyor, sınır ötesi harekâtlar derhâl durdurulmalı” diyen ve bunun için ABD senatosunun eşiğinde yatıp kalkan HDP’li siyasetçilere ‘Sınır Namustur’ pankartı asan partiden bir cevap verildiğini duydunuz mu?
Sınırlardan sızan eli kanlı teröristleri etkisiz hâle getiren SİHA sistemlerine JİTEM diyen vekile parti içinden ‘sınırlarımız namusumuzdur’ temalı bir karşılık verildiğini duyanınız var mı?
Mustafa Kemal’in askeri olmayı militer bularak reddeden, lakin Hasan Ocak için ‘Komutana bin selam’ diyen il başkanı ‘Sınır Namustur’ paylaşımı yapıyorsa, bundan sonra öldürülen her bir PKK/YPG’li terörist için de aynı il başkanından “sınır namustur ve kahraman Mehmetçiğe selam’ paylaşımı beklemek hakkımızdır.
 
(*) https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/yusuf-alabarda/620181.aspx   
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.