2023 bütün dünyada zor geçti, 2024 daha da zor geçecek...

A -
A +

İnsanın iyiye ve kötüye hemen olmasa da makul bir sürede alışma kabiliyeti var. Şartlar yavaş yavaş kötüleşir iken alışma kabiliyeti zirve yapıyor, aniden kötüleşirse “hayatta kalma modu” harekete geçiyor ve yaşamaya çalışırken şikâyet edecek vakti bulamıyor.

 

Artık hepimiz "Amerikan Rüyası" olarak sunulan hayat tarzının esaret olduğunu anladık. İş hayatının 09.00-17.00 saatleri arasında yaşanmadığını, trafikte harcanan vakitle 12 saatten fazla olduğunu, elde edilen gelirin çekilen meşakkate değmediğini öğrendik. Ancak pek az insan bu kısır döngüden kendini kurtararak başka bir patikaya atlamayı başarıyor. Oldukça büyük bir çoğunluk bu hayata devam ediyor. İktidarların en büyük korkusu şimdilik “bana dokunma, bu şekilde yaşamaya razıyım” diyenlerin bir gün uyanması.

 

İlginçtir, şu ana kadar gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde dayatılmış bu sisteme karşı başkaldıran pek fazla insan yok. Hatta “vasatlığı öven” siyasi yaklaşımları destekleyen büyük seçmen kitleleri var. Entelektüel kapasitesi yüksek olan insanlar bu duruma hayret etse de, Aldous Huxley bu meseleyi daha 1950’lerde incelikli şekilde ele almış:

 

“Her ne kadar George Orwell’in harika eseri 1984 şiddet ve baskıyı kullanan bir idarenin tarifini yapsa da, yeni dünyanın liderleri şu gerçeği gayet iyi bilecekler: Süngü ile iş yaptırmak kolaydır ama süngünün üzerine kimse oturmak istemez. Dolayısıyla halkın rızasını almadan yola devam etmenin imkânsızlığını kavrayıp kitleleştirme hareketine başlayacaklar. Bunu yaparken yeni propaganda metotlarının yanında bazı 'sosyal uyuşturucular' kullanacaklar. Yani yönetilenler sürekli olarak yönetenlerin göz boyayan mega projelerine veya mesajlarına maruz kalarak şartlar kötüleştikçe daha fazla rıza gösteren, şikâyet etmeyen bir hâle gelecekler. Yani köleliği sever hâle getirecekler...”

 

Tam olarak bu şekilde yaşandığını söylemek mümkün olmasa da, ekonomik zorluklar içinde olan insanların sürekli aynı yere oy vermesini başka türlü açıklamak da mümkün gözükmüyor. İnsanlar kendisini kimin kurtaracağını değil kime köle olacaklarını seçiyor âdeta. Arjantin’den İtalya’ya, ABD’den Avusturya’ya kadar yaşanan bu. Kimisi aşırı milliyetçiliği kimisi ırkçılığı kimisi de doğrudan doğruya fakirliği yüceleştiren bir düzene köle olmayı tercih etmiş durumda. Aslında fakirlik deyince bahsettiğim sefalet değil, "kıt kanaat geçinmek." Ev ya da otomobil sahibi olmayı hayal eden, gırtlağına kadar krediye batmış olsa da bunlarla kendini iyi hisseden, masraflarını ödeyebilmek için birden fazla iş yapan, böyle bir hayatı devam ettirmek için işini kaybetmekten korkan, bu sebeple yanlışlıklara göz yuman, görmezden gelen bir 'kölelikten' bahsediyorum...

 

Böyle bir dünyada mantığa hitap etmek yerine kitlenin menfaatine hitap etmek liderler için en doğru yaklaşım oluyor. Ayrıca kitlenin ahlakı olmaz, toplu hâlde yapılan her davranış tescil edilmiş hâle gelir. Bu gerçeğin ışığında kanun ve kurallar kitleyi manipüle etmek veya istikamet vermek için değiştirilir. Aklı başında olanlar bunu “büyük savrulma süreci" ya da “büyük düşüş” olarak adlandırıyorlar. Ben "serbest düşüş" ismini verdim. Kimsenin müdahale edemediği, etmediği bir düşüş.

 

Hâlbuki 2000’li yıllara ne kadar da iyimser başlamıştık! Uzay çağından bilgi çağına geçmiş ve büyük teknolojik hamleler ile geleceğe doğru güvenli bir yolculuğa çıkmıştık. Sanıyorum bir yerde iş raydan çıktı. Bazen akıllı cihazların gelişim haritasına baktığım zaman felaketin nerede başladığı konusunda kabataslak bir fikir yürütebiliyorum. Şöyle izah edeyim: 2010 yılına kadar “cep telefonu” diye tarif ettiğimiz aparatlar, o yıldan sonra “akıllı cihazlar” hâline geldiler. Artık konuşmak için değil mesaj almak, mesaj atmak hatta dijitalleşme ile sosyal çevre elde etmek için söz konusu cihazları kullanır hâle geldik. Gün boyunca fikir paylaştığımız kişilerin değil, sosyal medyada tanıştığımız ama hiç tanımadığımız insanların fikirlerine değer vermeye başladık. Manipülasyona açık hâle geldik. Hatta bundan hoşlanır duruma geldik.

 

Artık önemli olan doğru olan değil hoşumuza giden fikirler idi, gerçeğin bir önemi kalmamıştı. Bu şartlar altında yaşadığımız zorlukları “sıkıntı yok gayet iyisiniz” diyenlerin motivasyonuyla göğüslemek, fiziki veya psikolojik şiddeti mazur gösteren paylaşımları takip etmek, iktidarların oluşturduğu “iç ve dış düşmanları” her kötülüğün müsebbibi olarak düşünmek normal hâle geldi. Gelinen durumda bilim ve pratikle kanıtlanmış reçetelerle ekonomik zorlukların üzerine gitmek mümkün değil. Çünkü iktidarlar faturası ağır olacak tedavilerden hoşlanmazlar. Ancak, bozulan ekonomik şartlardan dolayı kitlenin birikmiş enerjisini birbirlerini şikâyet edecek iletişim kanalları oluşturarak boşaltırlar. Herkesin birbiri hakkında ajanlık yapabildiği bir ortamda kimse ortaya çıkmak istemez, suçlulara taş atanların arasındaki herhangi biri olmayı tercih eder...

 

Bir başka örneği ele alalım: Japonya’dan ABD’ye, İtalya’dan Afrika ülkelerine, Latin Amerika’dan Asya’ya kadar borç batağında olan ülkelerde iktidarların ayakta kalması bu borçları ödeyebilmelerine bağlı değildir. Kimse ödemelerini istemez zaten. Aksine ne kadar borçlanırsa daha iyidir. Ancak bu seviyedeki borcun riski artık alacaklınındır. Dolayısıyla, yeni bir hükûmet gelir ve “bunlar eski iktidarın borcu” demeye kalkmasın diye, mevcut hükûmetlerin tolerans sınırını aşan davranışlarına rağmen görevde kalmaları sağlanır. Özetle yeni iktidar adayı ile anlaşmadan mevcut iktidar gönderilmez. Trump’ın Colorado Yüksek Mahkemesinde boşuna önü kesilmedi. Yerleşik düzene baş kaldıranları sistem affetmez.

 

Uluslararası Kurumların çalışması bu şartlar altında zordur. Dünya Ticaret Örgütünün yaptırım gücü neredeyse sıfırdır, serbest ticaret bir türlü oluşamaz. Birleşmiş Milletler 5 ülkenin tekeline kalmış durumdadır, barış ya da ateşkes sağlanamaz. NATO vardır ama bazı üyelerini kayırır diğerlerini koruyamaz. Bankacılığın kuralları bellidir ama sürekli esnetilir, bir türlü tamamıyla uygulanamaz. Merkez Bankaları vardır ama ulusal para politikası uygulayamaz. Bunların hepsinin sebebi bellidir. Siyaset her şeyin üzerindedir. Ekonomi onun yan unsurudur, futbol gibi vatandaşı meşgul etme aracıdır. İktidara gelenler vatandaşın çektiği sıkıntıların hiçbirini çekmezler. Bir süre sonra da hissetmezler. 

 

Yazının başlığını neden böyle attım? Her şeyden önce aralık 2022’de bahsettiğimiz risklerin hiçbirinde eksilme olmadığı gibi, yanına yenileri eklenmiş durumda. Demek ki krizler bitmeyecek, bunlara alışacağız. Kalıcı krizlerin yanında çoklu krizler de bizi bekliyor. Özetle “belirsizlik” esas olacak.

 

Yine de sade vatandaş, bahsettiğim köleliğin çerçevesinde otomobil ve ev satın alma telaşına devam edecek. Her ne kadar paylaşım ekonomisi için büyük bir çoğunluk kendini hazır hissetse de, markalar daha hazır değil. İkinci el kültürünü yaygınlaştırmak belki birinci elin cazibesini artırıyor ama, bu aynı zamanda daha az üretmek anlamına gelecek ki, buna da kimse hazır değil. Zaten hükûmetler “daha büyük, daha geniş, daha yüksek, daha derin” projelerle kitleleri uyuşturmayı, onlara bu şekilde örnek olmayı benimsemiş durumda.

 

Tüm bu sebeplerden dolayı, 2024’te şartların iyileşmesini beklemeyin. Hatta önümüzdeki 5-6 yıl beklemeyin. 2030’a doğru mutlaka bizi zorla doğru yola sokacak şoke edici gelişmeler yaşanacak. Borçlardan doğal afetlere, iklim krizinden Mars’a seyahate, nükleer çatışmadan salgın hastalığa bir “reset" daha atılacak. Covid ile tam olarak reset atıldığını düşünenler yanıldı. Sadece “shift” ettik. Yani bir başka yola kaydık. Bakalım doğru yola hangi felaketle döneceğiz?

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.