Çok para harcamak başarının garantisi değil...

A -
A +

OECD’nin yaptığı ilginç bir araştırma aklıma geldi geçenlerde. Organizasyona üye olan ülkelerin vatandaşları arasında bir anket yapıyor ve “subjective middleclass” yani orta gelirli olmadığı hâlde kendini orta gelirli sananların oranını bulmaya çalışıyor. Bunu ölçmesinin sebebi hem gelir dağılımını hem de söz konusu dağılıma göre bireylerin yaşayıp yaşamadığını da ortaya koyabilmek. Özetle, “evet, ben orta gelirliyim” diyenlerin ne kadarı aslında orta gelirli değil, onu bulmaya çalışıyorlar... 

 

Basit olarak tarif edersek orta gelirli tabiri, ortalama gelirin %75 ile %200’ü üzerinde yıllık kazanca sahip olanlar için söylenir. Elbette böyle bir gelire sahip olanların harcama ve yatırım davranışları alt gelir gruplarına göre farklılık gösterir. Bu açıklamadan sonra ne demek istediğim daha net anlaşılacak sanıyorum. 

 

Bazı ülkelerde orta gelirli olduğu hâlde kendini daha fakir hissedenler var. Portekiz, İngiltere ve Kanada vatandaşları bu kategoride yer alıyor. ABD, İspanya, İrlanda, İtalya, Polonya, Almanya, Avusturya, Fransa vatandaşları orta gelirli olup, bundan da farklı yaşadıklarını hissetmiyorlar. İskandinav ülkeleri, Hollanda, Çekya, Yunanistan gibi ülke vatandaşlarının bir kısmı orta gelirin altında oldukları hâlde kendilerini orta gelir seviyesinde hissediyorlar. Ancak oran çok yüksek değil...

 

Türkiye’de ise halkın sadece %45 kadarı orta gelir seviyesinde olduğu hâlde, %75’i kendini o seviyede sanıyor. Satın alma gücü açısından bile incelense tuhaf bir durum bu çünkü bu durum halkın harcama tercihlerini de belirliyor. Türkiye’de mensubu olmadığı bir gelir grubuna dâhil olduğunu düşünerek buna göre hayatını devam ettiren, tüketen ve yatırım yapan bireyler büyük bir çoğunlukta. Mesela, şehirde yaşadığı için, buzdolabına sahip olduğu için, belirli mal ya da hizmetleri kredi kartı ya da doğrudan krediyle satın alabildiği için kendini “orta gelirli” olarak hisseden insan sayısı %75 civarında. 

 

Sosyal medyayı takip ederken, gözüme çarpan bir haber konuşulanları teyit eder nitelikteydi. Focus Economics tarafından yapılan bir araştırma var. “En çok sefalet oluşturan ekonomiler” listesi yapmış. Liste elbette Venezuela ile başlıyor ve sırasıyla şöyle devam ediyor: Zimbabve, Arjantin, İran, Bosna-Hersek, Nijerya, Güney Afrika, Yemen, Kosova ve Türkiye... 

 

Buradan hareketle söz konusu ülkelerde “subjektif orta sınıf” doludizgin devam eden tüketim harcamalarına bundan sonra aynı hızla devam edeceği görülüyor. Ancak, bu yaklaşım sebebiyle vatandaşların ciddi şekilde borçlandığı gerçeğini de göz ardı etmememiz gerekiyor. 

 

"Ne var bunda, devletler de borçlu" diyen olacak elbette. Ancak arada fark var. Devletler ödemek için borç almazlar. Borcu çevirmeleri yeterlidir. Ancak vatandaşların böyle bir şansı yok. Önünde sonunda bu borçları ödeyecekler...

 

     ***

 

Orta gelir yanılsamasına ek olarak altını çizmem gereken başka bir başlık da her şeyi para ile çözme merakı. Olağanüstü para harcayarak ve olağanüstü yetenekleri kullanarak “olağan işler” yapıyor gelişmekte olan ülkeler. Alışveriş merkezine benzeyen ve hiçbir mimari estetiği olmayan havalimanları, “en uzun-en geniş-en derin-en büyük” diyerek nitelediğimiz inşaatlar yapıyorlar. 

 

Belki de spor, sanat, kültür ve bilimdeki geriliği satın alarak ve harcayarak örtme çabası var. “Çılgın projeler” diye isim takılan mega projelerin büyük bir çoğunluğu hep bu ülkelerde yapılıyor. Siyaset bunlarla övünürken, özel sektörün ve vatandaşın hayatı pahalı hale geliyor. Para israfını geçtim, zaman israfı gibi telafisi mümkün olmayan hatalar yapılıyor.

 

Gelişmekte olan ülkelerin bireyleri olarak anlayamadığımız konu şu: Çok para harcayarak parlak sonuçları yakalamak garanti değil. Bu sebeple sınırlı olan parayı yakıp etrafı aydınlatınca başardığımızı sanıyoruz. Ancak başta çevre olmak üzere birçok alanı, anlayışı ve neticesinde ahlakı tahrip ediyoruz. Bunun tersini yaptığımızda güzel işler çıkarabileceğimize dair size birkaç örnek vermek istiyorum...

 

Sinema ve Televizyon Endüstrisinin kamuoyu oluşturmadaki gücünü tartışmaya artık gerek duyulmuyor. Yapılan yanlışları ve gelecek ile ilgili uyarıları bu sektör sayesinde çarpıcı örneklerle takip edebilmek mümkün. Oscar ödüllerine dikkatle bakıldığında “en iyi film” nadiren “en pahalı yapım” oluyor. Örnek vereyim: 2014 yılında en iyi film Oscar’ını “Birdman” kazandı. O yıl bu kategoride yarışan filmler arasında en pahalı film, “Birdman” filminin neredeyse 8 katına mal olmuştu. Gişe hasılatı açısından da benzer bir durum vardı. Ancak, “en iyi” ile “en pahalı, en popüler, en havalı” gibi kavramları yan yana getirmeyenler de var. Dolayısıyla en iyinin en pahalı ya da en çok para kazandıran anlamına gelmediğini bilen Oscar Komitesi gerçekten de çok güzel bir filmde karar kılmış gözüküyor. Bir sonraki yılın ödülünü alan “Spotlight” filmi, kilisedeki çocuk tacizini, bunun mahalle ve kilise baskısıyla örtbas edilme girişimlerini cesur ve çarpıcı şekilde ele alan düşük bütçeli bir film olarak “en iyi film” Oscar’ını aldı. Demek ki, sadece iyi oyuncular değil konu olarak da cesur bir seçim yapmak gerekiyor.

 

Futboldan bir örnek verelim. Premier League belki de İngiltere'nin dünyaya sunduğu en önemli ve en pahalı eğlencelerinden biri. Kuralların herkes için eşit uygulandığı, büyük gelirlerin elde edildiği ve en yetenekli futbolcuların sahne aldı büyük bir sahne. Takımlar oldukça pahalı transferler yaparak, seyirciyi ve sponsorları canlı tutmaya çalışıyor. Ancak, birileri geldi ve bazı anlayışları değiştiriverdi. 

 

Teknik Direktör Claudio Ranieri neredeyse küme düşmek üzereyken ligi bitiren Leicester City’e gelince ilk yaptığı iş, istatistikleri değerlendirmek olmuş. Takıma 2 sezon önce gelmiş olan Vardy ile 1 sezon önce gelmiş olan Mahrez toplam 1,4 milyon sterlin maliyetle ligin göz doldurmayan futbolcuları arasında iken Manchester United ve Liverpool’un sırasıyla transfer maliyetlerinin o yıl 400 milyon ve 265 milyon sterlin olduğunu hatırlatayım. Yunanistan Millî Takımı’ndan kovulmuş olarak İngiltere'ye gelen Ranieri elindeki istatistiklere bakınca her iki oyuncunun Avrupa'da en çok top kapma oranına sahip olduklarını görüyor. Dolayısıyla kimsenin aklına gelmeyeni yapıyor. 

 

Ranieri, “Bir takım ne kadar çok topa sahip olursa o kadar iyi” diyenlerin aksine “Onlar ayağında top tutsun, biz kapıp gol atarız” diyerek sezon sonunda tarihe geçiyor. Wardy ve Mahrez ikilisi daha 2015/2016 sezonunun ortasında hem Manchester United ve hem Liverpool’un attığı gol sayısını geçiyorlar. 

 

Sonuç olarak Leichester City idarecileri, futbolcuları ve tüm çalışanları Dünya Futbol Tarihine geçecek eşi benzeri görülmemiş bir başarının sahibi oluyorlar. 

 

Özetle; “olağan kişilerle olağanüstü başarılar elde etmek” için çok para harcamaya gerek yok. Tarihin yazdığı başarılar ile tarihin unutulmazları arasına giren başarılar arasındaki fark burada gizleniyor...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.