Dalâletten adım adım hidâyete

A -
A +
Türkler İslâmiyetten evvel dünyâyı idâre etme ve cihân hâkimiyeti peşindeydi. Oğuz Kağan’ın vasiyeti ile bu amaç “Türk cihân hâkimiyeti” mefkûresi olarak nitelendirilmiştir. Sonra bu mefkûrenin İslâmiyetle aldığı şekil ve formül “İ’lâ-yı kelimetullâh” olmuştur.
 
Türkler İslâmiyeti yayarken en büyük yardımcıları tarîkatler ve sûfiyye olmuştur. Ahmed Yesevî ile birlikte Anadolu’yu ışıl ışıl yapan Somuncu Baba, Hacı Bayram-ı Velî, Hacı Bektâş-ı Velî ve Yûnus Emre gibi sûfîler Türklerdeki Sünnî i’tikâdın perçinleyicisi oldular. 
 
Türklerin sınırlarının büyümesinde esas güç, fütûhât olmuştur.
 
Dokuzuncu asır Orta Asya Türk coğrafyasında dînî, millî, lisânî ve siyâsî büyük değişimin birinci kademesinin başladığı târihtir. 840 yılı neden bu kadar mühimdir? Bu târihte Kırgızlar Uygur Hânedânı’na son verdiler. Bu gelişme Türk târîhi için yüzyılların değişimidir. Bu olayla, bu önemli târihle birlikte Hunlardan beri büyük, köklü, şanlı Türk Kağanlığı’nın merkezi olan Orhun bölgesi coğrâfî ve siyâsî gücünü Doğu Türkistan’a bıraktı.
Şer gibi görünen bu yıkım, ileride yepyeni bir İslâmî Türk devlet geleneğinin başlangıcı olacaktır.
Kırgız saldırıları sonucunda bir kısım Uygur Türkleri tarım havzasına yerleşerek Çin medeniyetinden de etkilenip yerleşik hayâta geçmeye başladılar. Bu Türklerin ilk meskûn (yerleşik) hayat tecrübesidir.
Orhun bölgesinde savaşlardan bîzâr olan Göktürkler, Ötüken’de oturup kervan, kâfile göndermeyi, ticâret yapmayı “Kitâbelerde” de dile getirmişlerdir:
Ötüken yir olurup arkış tirkiş ısar neng bungug yok. Ötüken yış olursar benggü il tuta olurtaçı sen.”
Türk milleti Ötüken’de oturup kervan kâfile göndersen (ticâret yapsan) ne sıkıntın olacak? Ötüken’de oturursan ebedî yurt tutacaksın. (Profesör Dr. Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, 1986 s.88)
Başlangıçta Çiğil, Karluk, Yağma gibi Türk boylarının temelini oluşturan Karahanlı Hânedânı da Doğu Türkistan’ın batısında Balasagun ve Kâşgâr gibi sonradan yeni ufukların açılacağı Türk Dünyâsı şehirlerine yerleştiler. Bu yerleşik medeniyet temâyülü bozkır kültürünün aksine onları yerleşik dinlerden olan Mani ve Buda dîni etrafında birleştirdi. Kapalı mekânı, belli kurallı ibâdetleri olan bu şehir dinleri, Türklerin İslâmiyet’e geçişlerini de kolaylaştırdı.
 

SATUK BUĞRA HAN

920’de Karahanlı Devleti’ni kuran Satuk Buğra Han, Müslümanlığı da kabûl ederek devletin dîninin de İslâmiyet olmasını sağladı. Türklüğü ve İslâmiyet’i büyük şeref addeden Buğra Han, önceki adlarını da terk etmeyerek Allâh’ın kendisine lutf u keremi olan İslâmiyetin yüceliği ve keremini ön ad alarak Abdülkerîm Satuk Buğra Han olarak târihe geçti. Türk İslam ülküsünün böylece ilk mîmârı da bu yüce han oldu. Bu gelenek uzun süre devâm ettirildi. Büyük Selçuklu Sultânı Tuğrul Bey’in de ilk adı Rükneddin, kardeşi Çağrı Bey’in adı da Dâvud Çağrı Bey, Alparslan’ın ilk adı da Muhammed, yine Selçuklu sultanlarının adları da Muhammed Berkyaruk, Tapar Bey’in ön adı da Muhammed, Sultan Sencer’in ilk adı da Ahmed’dir.
Anadolu Selçuklu Devleti ile bu gelenek değişmiş ve sultanlar genelde mitolojik Îran adlarını almaya başlamışlardır. Türklerin o zamanki yakın komşuları Sünnî Îran’ın etkisinde kalmaları tabîî bir olaydı. Dilimizde hâlâ birçok İslâmî kavramın Farsça olması da bundandır. Sonra bu akım, edebiyâtımızı da uzun süre etkisi altına alacaktır.
 

KABÛL EDİLEN DİNLER VE YENİ MEDENİYET DÂİRELERİ

Bir dînin kabûlü yeni bir medeniyet dâiresine girmek demektir. Bu dâirelerin ilklerinden Budizm’de üç ayrı dünyâ kabûl edilmiştir. A) İnsan, hayvan ve ruhlara âit yaşadığımız dünyâ, B) Tanrı’nın bulunduğu dünyâ, C ) Buda’nın yaşadığı mutlak boşluk dünyâsı.
Gerek Budizm gerekse diğer bâzı dinler Mani ve Konfüçyüs vb. dinler zâten Türklerin savaşçı ruhlarına hiç uymadığı için bu dinlerde Türkler hep iğreti ve kısa süreli kalmışlardır.
Atalarımız Çin’in 2000 yıllık felsefî devlet dîni olan Konfüçyüs Dîni’ni devlet dîni de yapmamışlardır. Sonra Âteş-perestlik de Türkler tarafından kabûl edilmiştir.
Totemizm Türklerde diğer kavimlerin aksine bir din gibi kabûl görmemiştir. Kadîm Türklerde daha çok bozkurtOğuz Türkleri’nde kartal, baykuş gibi yırtıcı kuşlar saygı duyulan ama tapınılmayan varlıklar olarak görülür.
X. yy.da Abbâsîler döneminde de Türklerin yaşamış oldukları bölgeleri gezen Arap bilgini İbn FadlânBaşkurt Türklerinin bir kısmının, yılan, balık ve turnaya taptıklarından söz etmektedir.
XI. yy.da Arap târihçilerinden Ebû Saîd Gerdizî de Kırgızlar içerisinde inek, kirpi, saksağan ve şâhine, hattâ güzel ağaçlara tapanların olduğunu da bildirmiştir.
Türklerde fetişizm (şüpheli ise de) Şintoizm’e hiç rastlanmamıştır.
Atalarımız bir ara Hind dînlerinden Hinduizm’e inanıp “Veda” esaslarını da kabûl etmişlerdir. Bu dinde de tabiat güçlerinin ilâhlaştırılması esastır. (Faydalanılan makâle: Murat Navdar, Kadim Dinler ve Türklerin Kadim İnançları Hakkında Genel Değerlendirme, İnternational Kazakh-Turkish University, Named H.A. Yasavî, s,1-11, 2015)
 

KARAHANLI YILDIZI

10. yy ortalarından XII. yy sonlarına kadar Orta Asya’da Tanrı Dağları çevresinde Mâverâünnehir’e, Kansu’dan Aral Gölü’nün batı kıyılarına kadar uzanan geniş sahada hüküm süren ilk Türk-İslâm devleti Karahanlılardır.
Bir derûnî yaradan bahsedersek, Türkleri genelde başka devletler değil, yine bir diğer Türk devleti yıkmıştır. Bu "kural" burada da tahakkuk etmiş, önce Doğu ve Batı Karahanlılar olmak üzere ikiye ayrılan devlet, ataları Göktürkler gibi parçalanıp bölünerek yıkılma yoluna girmiştir.
Göktürkler 630’da Doğu ve Batı Göktürkler olarak ikiye ayrılarak 680 yılına kadar Çin hegemonyasını kabûl etmiş ve 744’te bir Türk devleti olan Uygurlar tarafından yıkılmışlardır.
Doğu Karahanlılar, devletlerini önce Balasagun’a sonra da Kâşgâr’a taşıdılar ve sonunda Karahıtaylar tarafından yıkıldılar. Karahıtaylar, Moğol asıllıdırlar.
Karahanlı Devleti’nde boy olarak Karluk, Argu, Türgiş ve Yağmalar bulunmaktaydı.
Devletini Mâverâünnehir’de devâm ettiren Batı Karahanlılar, önce Selçuklulara, sonra da Karahıtaylara mağlup oldular. 1212’de de Harerzm’ler tarafından devletlerine son verildi.
Gaznelilerin durumu daha farklıdır: Orta Asya’da X. yy.da kurulan bu devlet, Afganistan, Horasan, Pencap ve genelde Hindistan çevresinde, en mühimmi de çoğunluğu Türk olmayan unsurlardan kurulmuştur. Sâmânîlerin vâlisi iken bunlarla ilgisini kesen Sebük Tigin, Tuharistân ve Gur bölgelerini hâkimiyeti altına alarak özellikle Hindistan ve dış güç bölgelerine İslâmiyet’i yaymak için mücâdele vermiştir. Târihte ilk def’a Gazne hükümdârı “Sultân” unvânını almış sonra bütün Kuzey Hindistân’ı hâkimiyeti altına alarak burada İslâmiyeti yayma adına şanlı cihâdlar yapmıştır.
 

BOZKIR, KUT, TÖRE

Karahanlı Devleti’nde idâre bozkır kültürünün etkisi altındadır. “Kut ve töre” vazgeçilmeyen kurallar bütünü olarak yine ön plândadır.
Bu anlayış Türkler tarafından hiç yadırganmamış, Kağanlara önce kut (tanrısal güç) verilmiş, sonra sultânü’l-İslâm ve sonra da “zıllullâhi fi’l-âlem” (Allâh’ın güç ve irâde verdiği yönetici) anlamında kullanılmış ve bu anlayışla İslâm’ın ortak otoritesi ve Resûlullâh Efendimizin emâneti Hilâfet’i ihrâz etmek için acele etmemişler, ama bu emâneti ellerine geçirince bütün İslâm dünyâsının maddî ma’nevî hâmîsi olmuşlardır.
Türkler İslâmiyetten evvel dünyâyı idâre etme ve cihân hâkimiyeti peşindeydi. Oğuz Kağan’ın vasiyeti ile bu amaç “Türk cihân hâkimiyeti” mefkûresi olarak nitelendirilmiştir (Oğuz Kağan muvahhitti). Bu anlayış Kâşgârlı Mahmûd’un “Dîvânü Lugâti’t-Türk” adlı büyük eserinde de görülür: “Tanrı devlet güneşini Türklerin burcunda doğurmuş, göklerdeki dâirelere benzeyen devletleri onun saltanâtı etrâfında döndürmüş, Türkleri yeryüzüne hâkim yapmıştır.” (Prof. Dr. Abdurrahman Güzel, Süleyman Hakîm Atâ’nın Bakırgan Kitabı Üzerine Bir İnceleme, Öncü Basımevi, s.19, Ankara 2007)
Görülüyor ki Türklerde devlet anlayışı İslâmiyetten sonra da aynı minvâl üzeredir. Türk İslâm devletlerinde devletin işleyişi Osmanlılarda da ve hattâ son devre kadar meselâ adliye sisteminde de görülmüştür. Adâletteki bu sistem, şer’î ve örfî yargıdır. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, Sultan II. Abdülhamîd döneminde yürürlüğe girmiş ve örfî hukûkun ne kadar önemli olduğu bir kere daha gözler önüne serilmiştir. Bilinen 5000 yıllık Türk târîhinin vazgeçilmez “Törü”sü yâni töre olarak varlığını sürdürmüştür. (Örfî hukuk)
Törü yâni töre varlığını asırlardır sürdürürken “kut” yerini şerîatin yetki verdiği pâdişâha ve onun adlî ve şer’î dairesine bırakmıştır. Pâdişâhların hilâfetleri de “kut”tan başka bir şey değildir. (Allâh adına hüküm sürme)
 

CİHÂDIN GÜCÜ

X. ve XII. asırlarda Türklerin sınırlarının büyümesinde ve sonrasında esas güç hep fütûhât yâni cihâd olmuştur. İslâmiyet’ten önceki Türk devletlerindeki “daha çok deniz daha çok toprak” yerini “daha çok İslâm beldesi ve daha çok Müslüman nüfus” zihniyetine terk etmiştir. Yâni “Cihân Hâkimiyeti” mefkûresinin İslâmiyetle aldığı şekil ve formül “İ’lâ-yı kelimetullâh”tır. Kısacası “deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilâl” (Kiliseler üzerine putların yerine İslâm’ın hilâlini dikmek) ve Hazret-i Ömer ile zirveleşen adâleti, Kânûnî adı verilen Muhteşem Süleymânla zulmün burçlarında dalgalandırmaktı.
Karahanlılar sâdece Maverâünnehir ile yetinmeyip sonradan Buhâra, Semerkand ve Kâşgâr’ı da İslâm dâiresi içine almış ve Türklerdeki yayılma ve Türklük güveni İslâmiyet’in fütûhât ve Yüce Rabb’imizim Müslümânlara va’di olan “zafer” duygusuyla birleşince müthiş Türk-İslâm potansiyeli vücut bulmuştur. Asker sefere çıkarken nevbet ehli “Nasrün minallâhi ve fethün karîb” diye nidâ ediyor ilk sağ adımlar bu zafer inancıyla atılıyor, sonra nevbetçi Rabb’imizim büyük müjdesini haykırıyordu. “Ve beşşiril mü’minîn” Saff Sûre-i celîlesi 13. âyette Allâhü te’âlâ zafer ordularına va’dinden şaşmayan müjdesiyle şöyle diyordu: Allâh’ın yardımıyla zafer yakındır. Mü’minleri müjdele!
 

ANADOLU SÛFİYYESİ

Türkler İslâmiyeti yayarken en büyük yardımcıları tarîkatler ve sûfiyye olmuştur. Ahmed Yesevî ile birlikte Anadolu’yu ışıl ışıl yapan Alâeddîn-i Erdebîlî’nin halîfesi Hâmid-i Aksarâyî (Somuncu Baba) ve onun da talebesi Hacı Bayram-ı Velî ve onlara tekaddüm eden (önceleri) Hacı Bektâş-ı Velî ve Yûnus Emre gibi sûfîler Türklerdeki Sünnî i’tikâdın perçinleyicisi oldular. Bu gönül ehli insanlar Türkmenlerin saf ve sâde dili ile va’z ü nasihatler ediyor, Şerî’at-i garrâdan aslâ tâviz vermeden Yüce ve azîz Peygamber’imizin “Güçleştirmeyin kolaylaştırın, korkutmayın müjdeleyin” sözleriyle saf ve temiz Türkmenlerin gönül tellerini titretiyorlardı.
XI. asırda çığ gibi büyüyen Kâdirîlik, Kübrevîlik Ekberîlik ve Yesevîlik, sonraki Sünnî tarîkatlerin de dayanağı olmuştur.
 

İSÂMÎ TÜRK ALFABESİ (ELİF BA)

Türkler Müslüman olunca bu yeni medeniyet döneminde Uygur yazısını belli bir süre kullanmışlardır...
Türklerin İslâmiyet’i kabûlü öyle bir inkılâbdır ki, giderek 10 asır sürecek olan yeni bir alfabe (İslâmî Türk alfabesi) yepyeni bir edebiyâtın müjdecisi olmuş, bozkırın deli ve hür rüzgârları olan Türkleri rahle önüne oturtmuştur.
Tekkelerde yeni bir eğitim dönemi başlamış, dervişân tekkelerde zikirle sûfî olurken, meydânı-ı gazâda gâzî olmuş, elleri kalem tutmakta mâhir olduğu gibi kılıç tutmakta da aynı hüneri göstermişlerdir. Yılların alp-erenleri post-nişîn (tarikat şeyhi) olmuşlar, asırlardır dalâlette kaybettikleri yıllarını cihâd ile değerlendirmişlerdir.
Artık sûre ve âyetlerin satır-altı Kur’ân tercümeleri, İslâmiyet için bu serdengeçti kavme Rablerinin ne dediklerini de anlatıyordu. Yılların saf ve temiz Deli Dumrulları artık kuru bir cengâver değil, Hazret-i Ali şecâatinde birer mücâhid oluyorlardı.
İşte bu anlayış, Gazneliyi, Selçukluyu, Osmanlıyı sûfî alperenler yapan bu rûh, Orta Asya ilk Müslüman Türklerinin İslâmiyet adına yazdıkları ilk eserlerin riyâsız ve üstün heyecân potansiyelini taşıyordu. Bu eserler Yusuf Has Hâcib’ın Kutadgu Bilig’i Kâşgârlı Mahmûd’un din, dil, terim, coğrafya ve destan örneklerini barındıran lugât eseri Dîvânü Lugâti’t-Türk’ü, Ahmed Edîb Mahmûd Yüknekî’nin Atabetü’l-Hakâyık’ı, Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’i hep sonraları hazırlayan müjdeci mektuplar gibidir.
Îslâmî Türk alfabesi yepyeni bir cihângîr devlet, yepyeni bir edebiyat, hâsılı yepyeni bir medeniyet meydana getirmiştir. Hiçbir zevk, bir kitâbı aslından okumak gibi heyecan veremez. Çeviri ve transkripsiyonlar (bir harfi ses değerleriyle ve şekilleriyle başka bir alfabeye aktarma) veyâ transliterasyon (bir harfi başka bir alfabeye yeni şekille aktarmak) aslının rûhunu aslâ veremez. O eserler yeni nesiller tarafından okunabilir mi? Ba’de harâbi’l-Basra, mezâ mâ mezâ, (Basra harâb olduktan sonra, zâten geçen geçti) Yâni iş işten geçti. Yıkım büyük, ama çok büyük oldu.
Kısaca Cemâl Süreyâ’nın “Ağlarım hâtıra geldikçe gülüştüklerimiz” mısrâını, fâtihalarla şanlı mâzilerdeki mütebessim ecdâda gönderiyorum. Onlar kazandı biz kaybediyoruz; yine de Allâhü te’âlânın rahmetinden ümit kesmiyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.