Felsefeye reddiyeler ve İmâm Gazâlî

Sesli Dinle
A -
A +
İslâmiyet faydalı ve düşündüren hiçbir ilmi inkâr etmez ve ona cephe almaz. Onun için ilimleri bedenî ve dînî olarak iki ana başlık altında kabûl eder.
 
Bedenî ilimlerin bünyesinde astronomi, tıp, botanik, biyoloji, fizik, matematik vs. diğer ilimleri övmüş ve bunlarla uğraşılmasını farz-ı kifâye olarak kabûl etmiştir. Hukûku zâten fıkıh çerçevesi içine almış, sosyolojiyi de Kurân-ı kerîmin cemiyet şekillenmesi içinde işlemiş, verâset hukukunu, bey’u şîrâyı (alışveriş), nikâhı ve boşanmaları Kelâm-ı kadîm ve Sünnet-i nebeviyye ile esâsa bağlamıştır.
 
Târih ve coğrafya esas kabûl edilerek bihâssa coğrâfî mekânların ezan saatleri ayarlamalarında, arz ve tûl (enlem boylam) dâirelerinin konumları ve bilhassa kıble ta’yîninde trigonometriden faydalanmayı esas almıştır.
Yiyecek ve içeceklerin helâl ve harâmlığı muhken âyetlerle açıklanmış olanları dışında, tahrîm ve mekruhlar müctehidlerin ictihâdlarıyla serdedilirken özellikle kimyevî maddelerin kullanımında ortaya çıkan görüşlerin aydınlatılmasında, fen ilimlerini iyi bilen kimyâ ve eczâ ilmi âlimlerinin görüşleri, Müslümanların akıllarının karışmasını önlemişlerdir.
Bunların hepsi İslâmiyet’in ilimle ne kadar iç içe olduğunu gösteren delillerdir.

İSLÂMİYET FELSEFEYE NEDEN MESÂFELİ OLDU?

Çağlara damga vuran filozoflar neden İslâm âlimlerinin büyük bir kısmı tarafından suçlamalara mâruz kaldı? Niçin bu ilim sâliklerine karşı reddiyeler yazıldı? Dînimizin emrettiği ve çok övdüğü akıl yürütme ve düşünme felsefenin ana konusu iken bu bilime bâzı İslâm âlimleri neden cephe aldı? Veyâ neden bâzı âlimler bunu şiddetle savundular? “İslâmiyet felsefeye karşıdır” diye kesin hüküm vermek doğru mudur? Bu konunun sebeplerini araştırmadan konuşmak bizi yanıltacaktır.  Yâni esas mes’ele şudur: İslâmiyet felsefeyi külliyen mi reddetmiştir? Ya da başka bir deyişle felsefenin metodolojik muâkalesine (akıl yürütme) mi karşıdır? Veyâ daha açık bir ifâdeyle vahiy-akıl mukâyesesi veyâ tercîhinde kesin aklı seçtiği için mi reddedilmiştir? Evet, esas mes’ele zâten budur.

UYUŞMAZLIK VE İNKÂR

İslâm âlimleri özellikle bütün Orta Çağ’ın en baskın ilim dalına karşı çıkarlarken hissî mi yoksa delillerle mi iknâ yolunu seçtiler? Felsefe ve onun Orta Çağ’daki sâliklerini aklî ve mantıkî yollarla iknâ etmek çok zordu. Zâten onların kullandıkları metod bu yoldu. O hâlde daha net ve inandırıcı deliller gerekiyordu. Kelâm ilmi sanki bu mes’ele için var olmuştu. Felsefe ve mantığın kullandığı metotları kullanarak konuyu aydınlattılar.
 
İmâm Gazâlî hazretleri bilim dünyasındaki dogmatik filozofların kâinâtın yaratılmasındaki İslâm’a uygun olan konulara karşı çıkmadı; onun gâyesi İslâm’a uygun olmayan Bâtınîlik veyâ Mu’tezile’de olduğu gibi îtikâden îmânı zedeleyen konulara karşı Ehl-i Sünnet’in dik duruşunu göstermekti.
Mu’tezile veyâ Bâtınîliği çeşitli yönlerden tenkîd eden ve onları dalâletle suçlayan kelâm âlimleri ve özellikle İmâm Gazâlî, bâzı yönleriyle filozofları tekfir yönüne de gitmişlerdir. İleride bahsedeceğimiz gibi bu tenkidleri aslâ hissî olmayıp muhâtaplarını iknâ yoluyla olmuştur.
 
Bâtınîliğin felsefeyle dirsek temâsı olmakla birlikte Mu’tezile’nin felsefe ile rasyonel konularda parantez birliği vardır.
 
İslâmiyet felsefeye teslîm olsaydı, tasavvuf bâzı âlimlerce inkâr edildiği gibi yaygınlaşırdı. Nitekim irfân ve esrârı tam anlamayanlar tasavvufu mutlakâ reddetmişlerdir.
 
İslâmî sahadaki bâzı filozoflar da Tabîiyyûn gibi düşünerek rûh, tekevvün, kıdem ve bâzı konularda Ehl-i Sünnet’ten ayrılmışlardır.

PEKİ, HAKÎKAT NEREDE?

İmâm Gazâli hazretleri aklî hakikat arayıcılarını birtakım sınıflara ayırmıştır. Bunlar Dehriyyun, Tabîiyyûn ve İlâhiyyûn’dur
 
Dehriyyûnlar (materyalistler) âlemi ebedî kabûl ederler. Bu durumda Yaratıcıyı kadîm olarak kabûl etmeyip bâtıl olurlar.
 
Tabîiyyûncular (natütalistler) “Bir yaratıcı vardır” (evren şuuru) derler. Rûhun ebedî olduğunu kabûl etmezler. Âhiretin varlığını inkâr ederler.
Hazret-i Âdem’in bedeni âlem-i halk ve âlem-i emrden olunca kalbin komşusu olan rûh, Allâhü teâlânın bir kudret-i seniyyesi olarak insana verildi. Nitekim İsrâ sûresi 85. âyet-i kerîmede “Sana rûh hakkında soru sorarlar, de ki: Rûh Rabb’imin emrindedir ve size bu konuda (ilim olarak) çok az şey verilmiştir.”
 
Bu, şudur: Rûh ilâhî bir atiyyedir. Kalp de öyledir, ama rûh beden varlığının esâsıdır. İnsanla Rabb’i arasında en büyük bağdır.”
 
Kalb maddesiz ve insan organına benzemeksizin bir asıldan doğmadan var olan hârikalardandır.  Ya da onun emriyle meydana gelen ve “ol!” demesiyle var olan şeydir. Onun kıdem ve hudûsundan (âlem içindeki varlıkların sonradan yaratılması, görünmezken görünür duruma gelmesi) sorulsa cevap şudur: Allâh onun ilmini kendisinde saklamıştır.
 
Yahûdîler, Kureyş’te “Ona, (Efendimiz’e) Eshâb-ı Kehf’ten, Zülkarneyn’den ve rûhdan sorun eğer susarsa veyâ hepsine cevâp verirse peygamber değildir” dediler. O da onlara iki kıssayı anlattı ve rûh işini kapalı bıraktı. Nitekim Tevrat’ta da kapalıdır.
 
İlâhiyyûn (metafizikçiler) ise ilk iki gruba benzememekle birlikte dînimize ters düşen düşüncelere sâhiptirler. (Envârü’t-tenzîl ve Esrârü’t-te’vîl, Beydâvî Tefsîri)
 
İmâm Gazâlî “El-Munkızu mine’d-dalâl” adlı eserinde filozofları hedef alır. Fakat dikkat edildiğinde İmâm, felsefeyi külliyen reddetmezken İslâm’a ters düşen akâid mes’elerinde Yeni Plâtoncu, Fârâbî, İbn-i Sînâ ve bunların metodolojik üstâdı Aristoteles’i tenkit eder.
 
İmâm Gazâlî’nin üstünlüğü şudur: Kendisi İslâm ilimlerinde mükemmel olduğu kadar, felsefenin bütün inceliklerini bilen bu akımların bütün teferruâtını yâkînen takip eden ve onları kendi terminolojileriyle tenkîd ederek iddiâlarında çürütme yolunu seçmiştir.
 
Şimdi akla şöyle bir şey gelebilir: MÖ 400’lerde yaşamış filozofların fikirlerine karşı çıkıp onları çürütürken savunma ve tenkitlerini kendileri yapamadıkları için bu bir nâkıslık meydana getirmez mi? Cevap olarak denilebilir ki, Yeni Plâtonculuk ve “Aristo Felsefesini” kendilerinden sonra gelen temsilcileri tarafından o kadar sıkı tâkip edilmişlerdir ki, ne Hristiyan din adamları ne bâzı Müslümân âlimler kendilerini bu çember dışına atabilmişlerdir. Hattâ İslâm âleminde Fârâbî ve İbn-i Sînâ gibi bu ekol sâliklerine izâfeten “İslâm Felsefesi” gibi yanlış bir söylemin doğmasına sebep olmuşlardır. Sonra bu yanlışın kapsamı daha da genişletilerek “İslâm Düşüncesi” söylemiyle daha büyük bir yanlışa saplanılmıştır.
 
Eğer İmâm Gazâlî ve diğer İslâm âlimleri bu akımlara karşı koymasalardı fitne çok daha şiddetli olurdu. Nitekim sonraları Endülüs’te İbn Rüşd, Gazâlî hazretlerine şiddetle karşı çıkarak onu “Tehâfüt”üne reddiye yazmıştır.
Gazâlî hazretlerine kelâm ilminde önderlik eden ve etkilendiği isimlerden bâzıları şunlardı: Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, ayrıca Kindî ve Cüveynî. Kendisi Hallâc-ı Mansûr’dan da etkilenmiştir.
 
Zâten İmâm-ı A’zam, İmâm Şâfiî, Mâtürîdî ve Eş’arî hazretleri gibi büyük i’tikâd imâmları kelâm ilminde ince mes’eleri ortaya koyarak Müslümanları karanlık boyutlara düşmekten kurtarmışlardır. (Rahmetullâhi te’âlâ ‘aleyhim ecmaîn)
 
Gazâlî hazretleri “Tehâfütü’l- Felâsife”de filozoflarının metafiziğe âit bilimlerde 16 ve tabiat ilimlerinde dört mes’elede görüşlerini incelemiş ve bu konuların on yedisinde onları bid’atle suçlarken, üçünde ise küfre düştüklerini beyân etmiştir.
 
Gazâlî hazretleri bu konuda o kadar titizdir ki fizikle ilgili 17 maddede onları tekfir etmez ve dalâlette olduklarını söyler.
Felsefeye reddiyeler ve İmâm Gazâlî

FİLOZOFLARI DALÂLETE DÜŞÜREN FİKİRLERİNDEN BÂZILARI

İddiâ: Allâhü teâlâ mûcibü’n-bi’z-zâttır. Yâni vâcibü’l-vücûddur, ama fâil-i muhtâr değildir.
 
Burada Allâh’ın fâil-i muhtâr olmadığını söylemek dalâlettir. Çünkü Allâh yaratıcı olduğu kadar da takdîr edendir. İkinci def’a takdîre göre îcâd, îcâddan sonra da tasvîre muhtâcdır. Hâlbuki Cenâb-ı zü’l-celâl ve tekaddes hazretleri takdîr edici olarak da hâlıkdır; nihâyet musavvir olarak da hâlıktır. (Esmâü’l-Husnâ Şerhi, İmâm Gazâlî)
 
Allâhü te’âlâ fâil-i mutlak olarak amellerimizin de yaratıcısıdır. Saffât Sûresi 96. âyet: “Allâh sizlerin ve amellerinizin yaratıcısıdır.”
 
“Özü onun yaratılması iledir. Şekli ise her ne kadar onların yapması ile ise de -ki bundan dolayı onların işinden saymıştır- o, onlara Allâh’ın verdiği kuvvet iledir. Şâfiîler kulların amellerinin mahlûk olduğunu savunmuşlardır.” Agt, Beydâvî.
 
İddiâ: Filozoflar âlem ebedîdir diyorlar.
 
Allâh mevcûdâta nisbetle hepsinden evveldir. Çünkü varlıkların hepsi varlıklarını ondan alırlar. O ise kendi zâtı ile mevcûddur. Varlığını hiçbir şeyden almamıştır. En son menzil ma’rifetullâhtır. Demek ki sülûke nisbetle o sondur: varlığa nisbetle ise evveldir. “O, evveldir (ilktir) ve âhirdir (sondur.)” (Hadîd Sûresi 3. Âyet meâli)
 
“Gökler ve yerler ve onların üzerinde bulunan her şey yok olup gitmeye mahkûmdur.” (Rahmân Sûresi 26. Âyet)
 
Allâh’ın zâtı dışında her şey yok olacaktır.
 
İddiâ: İlâhî sıfatlar yoktur.
 
Hiçbir Müslümân’ın Rabb’imizin zâtî, sübûtî ve tahlîk sıfatlarında bir şüpheleri yoktur. Bu konuda şüphe kelimesi bile zâiddir. Biz burada bu sıfatların teferruâtına girmeyeceğiz.  Yalnız irfân konusunda tasavvufla ve bunlarla mevsûf olmak son derece önemlidir.
 
Ermişler keşif yoluyla erdikleri ‘celâl’ sıfatlarını çok büyük bulurlar. Mekân bakımından değil, sıfat bakımından Hakk’a daha yakın olmak için o sıfatları takınmaya çalışırlar. O sıfatlara bürünmeleri neticesinde kendileri için Allâhü te’âlâ nezdinde melâike-i mukarrebîne benzerlik hâsıl olur. Gönlün bir sıfatın büyüklüğü ve câzibesi ile dolduktan sonra artık o sıfata karşı sürükleyici bir arzû duymaması, o celâl ve cemâle âşık olmaması, nefsini o sıfatla tezyin husûsunda titizlik göstermemesi tasavvur edilemez.
 
İmâm hazretleri, Hak Te’âlâ hazretlerine sıfat yönünden yaklaşmanın kapalı bir ma’nâ olduğunu ve kalblerin bu husûsu kabûl ve tasdîkden istinkâf (red ve kabul husûsunda çekimserlik) etmeye meyyâl bulunduklarını ileri sürerek mes’eleyi inkârcıların gücünü kıracak şekilde açıklığa kavuşturur. (Esmâ age, s. 53-55)
 
Mes’elenin hakîkati îzâh edilmedikçe birçoklarının bu meyandaki fikirlerini formel veyâ metodoloji ve özel mantıkla da çürütmüştür.
 
Formel mantık, mantığın geleneksel ya da biçimsel özelliğidir. Bir düşüncenin içerik bakımından doğru olup olmadığını değil, biçimsel ya da formel yönden doğru olup olmadığını dikkate alır. Bu yönüyle düşünce biçimlerinin çözümlenmesini içerir.
 
Yüksek bir îmân ve mutmain bir kalbe sâhip olan Gazâlî hazretleri vahyin doğruluğundan şüphe etmez ki hangi kul düşüncesinin doğru ve yanlış olduğu konusunu dikkate alsın. Vahiy düşünce gibi mahlûk değildir ki tartışılsın. Eğer filozofların fikirleri dogma olsaydı her birinin akımları birbirlerini nakzedip kendi ekollerini kurmazlardı.

FİLOZOFLARIN İSPATLAMADAKİ ÂCİZ OLDUKLARI KONULAR

-Filozofların imkân delilleri Allah’ın varlığını isbât etmeye kâfî değildir. Ve aynı zamanda cisim olmadığını da isbât edemezler.
 
Rabb’imizin varlığının akılla kavranmaması esas olduğu için bunu aklî delillerle isbât etmeye çalışan birtakım gruplar Mücessime, Müşebbihe gibi sistemlerle onu yarattıkları varlıkların cisim ve sıfatlarıyla tavsif etmeye çalıştılar. Bunlar İslâmî ekoller, daha doğrusu sapık fırkalar arsında yer aldılar.
 
Allâhü teâlânın ezel ve ebed kavramlarını matematiksel olarak + (artı) sonsuz veyâ - (eksi) sonsuzla ifâde etmek de dalâlettir. Her sayı her matematiksel veyâ fiziko-şimik olay mahlûktur.  Bunların, Hâlıkla münâsebeti yaratmak ve yaratılmak bağı iledir. Sebeb ve müsebbib bağı…

ESAS KÜFÜR SEBEPLERİ

-Filozoflar ölümden sonra rûhun bedenle olacağına inanmazlar; sâdece rûhun var olduğuna inanırlar. Tekvîr sûresi 7. ayette “Nefisler çiftleştiği zaman” ibâresini müfessirler bir anlamda da ruh ve beden birleştiği zaman şeklinde bir seçenek olarak yorumlamışlardır. (Beydâvî)
 
İmâm Gazâlî rûhun bedenle olacağını, yalnız bu bedenin dünyâ hayâtındaki beden olabileceği gibi başka ve farklı unsurlardan yaratılmış bir beden olabileceğinin düşünüleceğini de belirtmiştir.  (Tehâfütü’l-felâsife, İmâm Gazâlî)
 
Fârâbî ve İbni Sînâ felsefe adına konuşarak ve Helenistik felsefeden etkilenerek spekulâtif metodla cismânî dirilmenin mümkün olmayacağını ileri sürmüşlerdir. Hâlbuki hayâta dönüş ve haşir hem rûhânî hem de cismânîdir. İmâm Mâturîdî, İmâm-ı Â’zam ve İmâm Gazâlî hazretleri gibi nice fevkalbeşer (insan üstü) âlimler Kur’ân-ı kerîm ve Resûlulâh Efendi’mizin bildirdikleri ile rûh beden berâber dirilmeyi şüphesiz olarak zikretmişlerdir.
 
-Allâh’ın küllîleri (tümeller) bilip cüz’îleri (tikeller) bilmediklerini savunurlar.
 
Allâh’ın ilmi eşyadan istifadeyle olmaz. Bilakis bütün eşyâ onun ilmindedir. Rabb’imiz görünen görünmeyen bütün gaybi ve bu ilimleri zâten kendisi yarattığı için bilir. İnsan ise her şeyi aklının yardımıyla bilir. Aklı ve ilmi yaratan Allâh, geçmişe nisbetle kadîm, geleceğe nisbetle bâkîdir.
Filozoflar âlemin kadîm olduğuna inanırlar.
 
Kıdem ve bekâ kalmak devâm etmek anlamlarındadır. Kelâm ıstılâhında (terim) ise Rabb’imize isnâd edildiğinde onun varlığını yokluk geçirmemiş olduğudur.
 
Allâhü teâlâ vâcibdir, yâni akıl onun yokluğunu kabûl etmez.
 
Allâh’ın hiçbir sıfatı sonradan kazanılmış değildir; zâtı gibidir. Kadîm olan bir şeyin bâkî olması lâzımdır.
…..
Özür: Bir önceki yazımızda “erkek çocukları erkek, kız çocukları kız gibi giydirilmemelidir” şeklinde sehiv yapılmıştır. Doğrusu “giydirilmelidir” olacaktı.
 
 
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
Ismail Ozgur22 Temmuz 2023 16:47

Cok tesekkur Ederiz hocam. Enfes bir yazi plums

Bahri ARSLAN 22 Temmuz 2023 16:38

Allahüteala razı olsun Efendim Çok istifade ediyoruz