Tarih içinde nizam-ı âlem ülküsü

Sesli Dinle
A -
A +
Asya Türk devletleri ve diğer devletlerin bu coğrafyadaki târihî seyirleri birbirlerine çok benzer. Bitmez tükenmez savaşlar, genelde tahkîmâtı ve altyapısı tam olmayan yerleşim alanlarının barınakları olan çadırların çabuk sökülüp takılması, âbidevî yapı ve ibâdethânelerin olmaması, onları seyyâl (akıcı) bir târih figürü yapmıştı. Geniş Asya bozkırlarında orman ve sulak arâzîler zâten sahiplenilmişti. Bu sâhiplenmeler birçok kavmin oralara yerleşmelerine mânî oluyordu. Göze batan bir devlet veyâ bir topluluk sürekli savaşmak ve yeni yerleşim alanları bulmak zorundaydı.
 
Arkeolojik kazılardan elde edilen yer altı şehirleri, bâzı bölgelerde yerleşik bir medeniyetin olduğunu da gösterir. Burada şuna dikkat edilmeli: Teşkîlâtlı ve toplayıcı bir ibâdethâne, tapınak, mâbet veyâ adı her ne olursa olsun, bunlar yerleşik bir toplum yapısına işâret eder.
 
İlâhî olmayan, açık alan âyinli extase (konsantrasyon, kendinden geçme) dînî-ritüel yaptırımlar bir din olmaktan ziyâde, spiritüel, hareketli, özellikle ritme dayalı dans figürleri zâten bir tapınağa ihtiyaç duymaz. Bu yüzden çoğu tabiat veyâ hayvan totemli ve bunlarla yakın irtibatlı olan Şamanizm, o zamanki toplum yapılarına en uygun dînî yaptırımlardı.
 
Bunlarda hayvan kurban figürü hattâ insan kurban etmeye dayalı toplu meditasyonu andıran âyinler de görülmüştür. (Yunan Mitolojisi’nde Agamemnon’un kızı İphigenia, Akha ordusunun Auli’ten Truva’ya açılmasını sağlayacak rüzgâr için kurban edilmiştir.)
 
Bu kadar tahrik edici ve sorgulanmaz inancın getirdiği ilkel uygulamaların olduğu toplumlarda semâvi bir dîne ve onun şer’î müeyyidelerine geçiş, zannedildiği gibi hiç de kolay olmamıştır.
 
En önemli husus ön devirlerde savaşmak ve ölmenin çok büyük kahramanlık olduğunu kabûl etmeyen hiçbir topluluk yoktur.
 
BUDİZM DAHA DEĞİŞİK
 
Budizm öldürmeye ve savaşa karşı duruş gösterirken râhip ve müptedî râhipler zâten halkla iç içe yaşayan gruplar değillerdi. Pasifize edilmiş, halktan kopuk bu dînî misyon sâhipleri, dış bölgelerdeki tapınaklarda son derece sâde bir hayat yaşarlar, çalışmayıp yalnız ibâdet ederler, yakın köy ve yerleşim birimlerine inerek önlerinde asılı olan teneke kutulara ot, kavrulmuş buğday ve sebze cinsi veyâ lüks olarak pirinç dilenirler, halk bunlara istediklerini verir ve bundan haz duyardı. Bu râhipler evlenmez ve et yemezlerdi. Rahat yataklarda uyumazlar ve rahatı da kendilerinden uzak tutmaya çalışırlardı. Bu nefis terbiyesi ile Nirvana’ya (bir nevi huzur sonsuzluğu) ulaşmaya çalışırlardı. Bunların dünyâ hırsı ve savaşta gözü olmadığı için kendilerine ve tapınaklarına saldırı olmazdı.
 
Moğollar Necmeddin-i Kübrâ’ya ve dervişlerine katliâm uygulamışlardır. Kendisi Harzemşahlar Devleti’nde Moğollarla savaşmış bir şeyh ve Kübreviyye tarîkatinin kurucusudur.
 
Bâzıları Budist râhiplerle tarîkatleri benzeştirirler ki çok yanlıştır. Dervişler veyâ yerleşik tarîkat ehli, gündüzleri tarlalarda çalışırlar, halka su dağıtırlar, yoksullara yardım ederler, evlenirler, gerektiğinde savaşa katılırlar ve bolca ibâdet ederlerdi.

ESKİ ASYA VE SAVAŞ

Eski Asya topraklarında hep savaş vardı ve kaçınılmazdı. Bu âdetâ bir hayat şekliydi. Acaba bunu isteyerek mi yapıyorlardı veyâ buna mecbur mu kalıyorlardı?
 
Türkler için bunun en güzel cevâbını yine en büyük eski kaynağımız Göktürk Kitâbeleri’nde buluruz. Şu ibâreler çok ibret vericidir: “Güneyde Çogay Ormanı’na Tögültün Ovası’na konayım dersen Türk milleti öleceksin...
 
Ötüken yerinde oturursan kervan kâfile gönderirsen hiçbir sıkıntı yoktur. Ötüken Ormanı’nda oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın.” (Orhun Âbideleri, Prof. Dr. Muharrem Ergin, Boğaziçi Yay. 1986, s. 18, KG-7)
Buradan şunu anlıyoruz ki ova ve ırmaklar zâten sâhiplenilmiş; buralara inersen yok olacaksın, ama bu topraklarda huzûr içinde yaşayaksın ve hiçbir derdin olmayacak, diyor Kültigin.
 
Buradan da savaşın her ne kadar toprak ve barınma amaçlı yâni yine de biraz ekonomiye dayalı olsa bile tam bir ideal amaçlı olmayıp halkı besleme barındırma ve korunma amaçlı olduğu kanâatini uyandırıyor. (Çin, Mısır, Yunan medeniyetleri gibi…)
 
Kültiğin’in dünyâ hâkimiyetine özendiren sözlerinin sonunda dahi yerleşik Ötüken Ormanı vardır:
 
“Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar onun içindeki millet hep bana tâbîdir. Bunca milleti hep düzene soktum. O, şimdi kötü değildir. (O topraklara sükûnet ve huzur getirdim.) Türk Kağanı Ötüken Ormanı’nda oturursa ilde (ülkede) sıkıntı yoktur. Doğuda Şantung Ovası’na kadar ordu sevk ettim. Denize ulaşmama az kaldı. Güneyde Dokuz Ersin’e kadar ordu sevk ettim. Tibet’e ulaşmama az kaldı. Batıda İnci Nehri’ni geçerek Demirkapı’ya kadar ordu sevk ettim. Kuzeyde Yir Bayırku yerine kadar ordu sevk ettim. Bunca yere kadar yürüttüm. Ötüken Ormanı’ndan daha iyisi hiç yokmuş. İl tutacak yer Ötüken Ormanı imiş.” (Orhun Abideleri Age, s. 17-18, KG, 3-4)
 
Artık bunu iyi anlamak lâzım: Türkler de sâbit bir mekânda (yurtta) oturmayı istiyor. Açıkçası hep savaşmak istemiyor. Kültigin’in ifâdesinde yer alan bölümlerde bütün Asya’yı hemen hemen fethettiğini, sulak yerleri, avlak yerleri, nehir boylarının ele geçirmesine rağmen en iyi yer olarak yine Ötüken’i görüyor. Burada değişmez bir gerçek de var: Ne elde ederseniz edin bir gün sizin topraklarınıza da el koyan bir toplum olacaktır. Onun için sâbit yurt çok mühimdir. Türklerin Anadolu’yu fethine de bu açıdan bakılmalıdır.
 
Daha önce de Oğuz Kağan’ın evlâtlarına vasiyetinden bildiğimiz böyle bir dünyâ hâkimiyeti var: “Daha çok ırmak, daha çok deniz, yaban eşeklerinin dolaştığı av yerleri ve en sonunda da sınırsız bir cihân tapusu çiziyor: Gökyüzü çadırımız olsun, güneş de bu milletin görkemli tuğu olsun diyor. Kendi asrında Allâh’ı kabûl eden Oğuz Kağan’ın bu “Türk cihân hâkimiyyeti mefkûresi”, bir diğer görkemli Türk Devleti olan Osmanlıda “i’lâ-yı kelimetullâh” olarak belirlenmiştir.

ESAS MEVZÛ CİHÂD

İslâm orduları, Hulefâ-yı râşidîn ile “i’lâ-yı kelimetullâh”ı (Allâh’ın adını, tevhîd’i, kısaca İslâmiyet’i) ideal edindi. Sûriye, Bizans, Atlas Okyanusu sınırlarına kadar ve İspanya seferleri hep bu ideal uğruna yapıldı.
 
Asya bozkırlarının baş eğmez, âsî bozkurtlarının İslâm’la şereflenip yalnız Allâhü teâlâya baş eğmeleri kolay olmadı ve hemen gerçekleşmedi. Kendi sert töre sisteminden İslâm’ın tâvizsiz şerîatine bir gri zemin oluşmadan geçilmedi. Asya’nın bu kimseye ser-fürû etmeyen (baş eğmeyen) savaşçıları, Selçuk, Tuğrul ve Çağrı Beylerle daha nicelerini hâdim-i İslâm ve Hılâfet-i nebeviyye yapan bu sihirli güç yâni İslâm, akan seller gibi olan bu bozkır cengâverlerini şan şeref savaşlarından nasıl şehâdet vâdisine iletti? Artık şan ve şeref için savaş bitti, şehâdetle cennette ve Râyet-i Peygamberî’de buluşmak üzere at mahmuzladılar.
 
İslâmiyet, Hâtemen’n-nebiyyîn (son peygamber) ile ikmâl ve teblîğ edildi; Sahâbe-i kirâm ve Hulefâ-yi râşidîn ile neşv ü nemâ buldu; Osmanlı-Türk Devleti ile dünyâ nizâmı hâline getirildi.
 
Özellikle 12. Asırla birlikte Hılâfet’in gücünü tamâmen kaybettiği, bu, kuruluşun çok muhkem ve mübârek olan sistemi çöküşe doğru gittiği hattâ resmiyette değilse bile uygulamada çöktüğü dönemde, Tuğrul ve Çağrı Beyler, Fâtımî, Bâtınî, Haşşâşî fitnelerine karşı can suyu oldu.
 
Çaldıran Savaşı ile Yavuz Sultan Selîm Han emânet-i Risâletpenâhîyı uhdesine alarak bu asîl milletin askerlerinin ve komutanlarının Efendimiz’in müjdesine nasıl lâyık olduklarını gösterdi.
 
Şunu çok iyi anlamalı: Türk Devleti veyâ Türk devletleri çökünce sâdece Memalik-i Düvel-i Osmâniyye (Osmanlı toprağı ve ülkeleri) değil, İslâm sancağının dalgalandığı İslâm beldeleri Hindistan, Afganistan, Pâkistan, Afrika ve Arabistan’daki birçok ülkeler Batı’nın elinde zebûn olmuşlardır.
Batı hem İslâmiyetten ve onun dünyâdaki yegâne koruyucusu olan Türklerden intikâmını hunharca almıştır. Bu zulümler Afrika’daki Müslümân olmayan topluluklara bile hunharca uygulanmış, millî servetlerine el konulmuş, yaşayan halk köle yapılmış, milyonlarca insan vahşîce ve hunharca katledilmiştir.
 
Batı yıllarca Osmanlı-Türk Devletini yıkarak dış görünüşü medeniyet ve hürriyet, içi ise vahşet ve zulüm olan düzenini kurmak için İslâmiyeti ve Hılâfeti ve onun hâmîsi olan koca devleti yıkmayı hayâl etti. Onlar bu emellerinde haklıydılar. Dünyâyı zulme ve küfre boğmak için Osmanlı Devleti ve Hilâfet önlerinde en büyük engeldi. Hadi onlar böyle; ya bizim yerli iş birlikçilerine ne demeli.
 
Osmanlıya yapıldı ihânet /// İslâm dünyâsı’nda koptu kıyâmet /// Öksüz kaldı cümle bilâd-ı İslâm /// Rabb’im etsin bu ümmeti sıyânet.

ESKİ KAĞANLAR VE SAVAŞ

Hanların, beylerin, kağanların bizzat savaşta ön safta olmaları İslâm öncesi Türklerde esastı. Oğullar ve yeğenler de 14 yaşından îtibâren savaşa katılırlardı. Bu esas, Orhun Kitâbeleri’nde şöyle geçer: “Milleti besleyeyim diye kuzeyde Oğuz kavmine doğru, doğuda Kıtay Tatabı kavmine doğru on iki defa büyük ordu sevk etti.” (Orhun Kitâbeleri, KG, 25-28)
 
Kültigin o savaşta 30 yaşında idi… Bir yılda beş defâ savaştı… Altı eri mızrakladı… Dördüncü ve beşinci defâ savaştı. (Orun Kitâbeleri, KKS.28-29, 2……..8)
 
Kültigin irili ufaklı 47 savaşa bizzat katılmıştır. Bilge Kağan da 17 yaşında savaşlar başlamıştır.

OSMANLI SULTANLARI, SAVAŞ, LÂLE DEVRİ VE CİHÂDIN SONU

Lâle Devriyle felâketler arka arkaya gelmeye başladı. Osmanlı Sultanları savaşlara katılmasalar bile şerefle taşıdıkları en büyük unvân “gâzî”likti. Dedelerinin savaşarak, defâlarca yaralanarak aldıkları bu unvânı torunları belki de utanarak taşıdılar.
 
Osman Gâzî’den Kânûnî’ye kadar ilk on pâdişah ordu başında ve fiilen baş kumandan vaziyetinde hemen bütün seferlere iştirâk etmişlerdir. Bu an’aneyi bozup saraydan hiç ayrılmayan pâdişâh II. Selîm’dir.
 
III. Mehmed, II. Osman, IV. Murâd ve II. Mustafa harbe girmiş, diğerlerinden bâzıları ordu ile berâber hareket emişlerse de harp meydanlarına girmemişlerdir. Bu durumda on beş pâdişâh harp etmiş, 21’i harp görmemiştir. En çok yaralanan pâdişâh 22 defâ ile Fâtih Sultan Muhammed Hân-ı gâzîdir.

BÜYÜK ŞANSSIZLIK

Osmanlının en büyük şanssızlığı gerek Bâtınîlerle gerekse Batı ile hep tek başına ve değişik cephelerde savaşması olmuştur. Meselâ Roma, site devletlerini birer birer ele geçirerek büyük bir imparatorluk kurmuştur.
 
İngiltere düşmanlarıyla hiçbir zaman tek başına savaşmamıştır. Rusya da büyük devletlere karşı hep ittifaklar yapmıştır. Osmanlıdaki beyliklerle site devletlerini karıştırmamak lâzım. Beylikler çok kuvvetli olup bilhassa Karamanoğlu Beyliği ile Akkoyunlu ve Karakoyunlular Osmanlıyı Fâtih’i çok uğraştırmışlardır.

SON SEFER SON PÂDİŞÂH

Osman Bey’den başlayıp sefere çıkan son pâdişâh II. Mustafa’dır. Bu pâdişâh tahta çıkınca yayınladığı fermanda devletin zaaflarını sayarak zevk u safâyı kendisine harâm ettiğini söyler.
 
Sultan II. Mustafa, sadrıâzamı Sürmeli Ali Paşa’ya “Bizzat sefere çıkmam mı yoksa sarayda oturmam mı daha hayırlıdır?” deyince Ali Paşa “Sizin sefere çıkmanız çok para gerektirir. Mağlûbiyet hâlinde mes’ûliyeti vardır” deyince Pâdişâh “Bana para lâzım değildir; mahallinde kuru ekmek yerim. Vücûdum din yolunda harcansın. Ne sıkıntı olursa olsun katlanırım” der ve 1695 seferine çıkar.
 
Bu savaş sonunda Karlofça Antlaşması olur. Ordu, sadrıâzam ve komutanlarla 25.000’den ziyâde şehit vermiştir. II. Mustafa Han, saraya kapanarak günlerce aç susuz yaşamıştır. (Kısmen faydalanılan kaynak, Prof. Dr Ekrem Buğra Ekinci, Dünden Bugüne , Sultan II. Mustafa, Türkiye Gazetesi 7 Ağustos)
 
Şimdi elimizdeki devlete sâhip çıkarak dünyâya Türk duruşunu göstermek, artık Batı’nın tehditlerine misliyle cevâp vererek mazlûm milletlerin yanında olmak, 5.000 yıllık şerefli bir mâzînin sâhibi, Saltanâtın ve Hilâfet’in son büyüğü olarak “Fıtrat yine aynı fıtrattır, devlet yine aynı devlettir, sanmayın ki zayıfız, bu devlet yine  Devlet-i ebed-müddettir...” diye inançla haykırmak vaktidir.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.