Tasavvuf ve gaza

Sesli Dinle
A -
A +

Vatan da bir topraktır, ama…

 

Gerek fetihlerle gerekse boş alanları vatan yapmak için edinilen topraklarda, havayı ilk teneffüs eden yeni doğan bebekler ve onların göbek bağları ile birinci ata-neslin mezarları aynı toprakta olunca coğrafya, vatan olmaya başlar. Bu süreç çok sancılıdır. Coğrafyayı vatan yapmak o kadar kolay değildir. Sahipsiz arazileri mülk edinmek gibi basit bir olay hiç değildir. O arazi evvela kanla sulanır; tapu belgeleri ise şehitlerin kabirleridir. Sonra, yerleşik yapısıyla, dînîyle, milliyetiyle, coğrâfyasıyla ve yeni kültür bütünlüğüyle bu toprak artık vatandır.

 

Değişik toprakların coğrafya şartlarına göre yaşama şekilleri değişse de yüzyılların getirdiği töre-kültür altyapısı genetik şifre gibi her yere taşınır.

 

Vatan savunması ortak şuur mes’elesidir. Herkes vatanı korumak için savaşa ve canını vermeye hazırdır. Bu yüzden ilk gelişen toplumsal şuur, vatan müdâfaasıdır.

 

Toprak mülkiyetin sembolüdür; ister kişinin bir karışlık toprağı olsun, ister bütün o topluluğun vatanı…

 

Toprak başlangıçta parçalardan oluşan bir örtüdür. Her parçası bir şahsın olsa bile, o kumaşlardan oluşan bir seccâde gibidir. Vatan, Müslümanların secde ettiği en büyük seccâdedir.

VATAN SAVUNMASI

Başlangıç dönemlerinde sulak, ağaçlık, avlak veyâ hayvan yetiştirmeye müsâit topraklar gözde iken, giderek tarım yapılan arâzîler daha çok dikkat çekmeye başladı. Bu yüzden ânî baskınlarda korunmak için Orta Çağ'ın en korunaklı yerleri yüksek duvarlı kalelerdi. Anadolu’nun hemen her şehrinde ya yüksek tepelere veyâ sarp kayalar üzerinde yapılmış kale veyâ onlardan arta kalan surları görmek mümkündür.

 

Kale dışındaki düz ve açık alanlarda tarla tarımı yapılır; kale surları içinde ise barınma yerleri, küçük ticâret merkezleri, ibâdethâneler ve benzeri yapılar bulunurdu. Güneş batarken halk kale surları içine çekilir ve çok sağlam olan kale kapıları kapatılırdı. Nöbetçi kulelerindeki gözcüler bir tehlike ânında kale sâkinlerini uyarırdı.

 

Bir kale-şehrin düşürülmesi için başlatılan muhâsara (kuşatma) günlerce, haftalarca hattâ aylarca sürebilirdi. Meselâ Osmanlılar, Orta Çağ'ın en muhkem kale ve surlarına sâhip olan Bizans'ı (İstanbul) 53 gün süren bir muhâsara ile almıştır.

 

Deniz alanı dışındaki topraklarda muhâsara sürerken tarım alanları talan edilir, ekinler tamamen yakılırdı. Bu bilindiği için kale içlerinde mutlakâ tahıl depoları bulunurdu. Yeteri kadar küçük ve büyükbaş hayvan ahır ve ağıllarda saklanırdı. Atlar da her zaman kale içinde bulunurdu. Bu tedâriklerle kale ahâlîsi her kuşatmaya en az altı ay dayanacak güçte olurdu. Eğer kuşatma çok uzar, erzak ve su biterse yapacak bir şey kalmayınca huruç hareketi yapılırdı. (Kale kapılarının açılıp kale halkının düşmana saldırması)

 

Kısaca yurt edinmek ne kadar zorsa onu korumak daha da zordur.

 

İslâmiyet, gerek i’lâ-yı kelimetullâh (İslâmiyeti yayma) için fetihlerle, gerekse can, mâl, nâmus ve dîn-i mübîn-i İslâm için vatan müdâfaasını cihâd olarak kabûl etmiş; bu yolda savaşanların ölenlerine "şehîd", sağ kalanlara "gâzî" unvânı vermiştir. Bu şevk ve heyecanla bu milletin 14-15 yaşındaki şâbb-ı emredleri (sakalı bitmemiş genç) ve pîr-i fânîleri (çok yaşlı) düğüne gider gibi harbe gitmişlerdir. Parola çok netti: “Ölürsem şehîd, kalırsam gâzîyim.”

 

Şehâdet şerbeti içme kitâbımızın ve Yüce Peygamberimizin müjdeleriyle ölümün en mûnis ve en mânâlısı sayılır. Zâten cihâd rûhunu ateşleyen de bu müjde idi.

NAKŞÎBENDİYYE-MÜRÎDİYYE HAREKETİ

Nakşîbendiyye-Mürîdiyye hareketi dünyâ çapında bir İslâmî-siyasal şuurun yükselişini teşvîk etmekte ve Kafkaslarla Osmanlı Devleti’ndeki siyasi ve ekonomik gelişmeler arasındaki bağlantıda hayâtî rol oynamaktaydı. Rusça adı “Muridism” (müridcilik) toplumun alt kesimlerini popüler toplumsal hareketi ve başında bir şeyh (veyâ imâm) bulunan siyâsî ve askerî bir teşkîlâttı. Şeyhin kendisine kayıtsız şartsız bağlı olan müridleri vardı. İmam hem mürşid (rûhânî kılavuz) hem de baş yönetici ve ordu komutanıydı. İmâm ile müridleri arasında bağlar doğrudan doğruya İmâmın Allâh sevgisinin ifâdesi sayılan irşâdlarından kaynaklanıyordu. Gazavât öğretisi imâmın bir ifâdesi, Rus işgâline karşı mücâdelesinin, dîni yaymanın ve sosyal reformu gerçekleştirmenin bir aracıydı. İmâm her yönden kendisini canlı bir örnek yerine koymaya çalışarak Hazreti Peygamber’i ve sünneti izlerdi. (Kemal H. Karpat, İslâm’ın Siyasallaşması, 3. Baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Nisan 2009, s. 56)

 

Kafkasya’da “Müridizm” hareketi İmâm Şâmil’le başlamadı. Bu hareketin ilk lideri Şeyh Mansûr’du. Kendisi Çeçen asıllı bir Nakşîbendî şeyhiydi. 1874’te Rusların Çeçenistan’a saldırması ile Çeçenistan, Dağıstan ve Karadağ halkına bir beyannâme göndermiş ve Ruslara karşı gazavât çağrısında bulunmuştu. İstenen, Rus’a hiçbir şekilde müsâmaha edilmemeli ve bunlara karşı kesin bir cihâd rûhu taşımalıdır. Bu büyük şeyh, hasta olunduğunda Rus doktorlara muâyene ve tedâvî olunmamasını, çünkü bunun onlarla bir dostluk kurma ihtimâlini doğuracağını beyân etmişti.

 

Müridizm hareketinde dînî hassâsiyetler yanında ırkî fonksiyonlar da göz ardı edilememelidir. Rusya’nın emperyalist yapısına karşı Kafkas halkları hem bu ırkî kökenindeki savaşçı ruh, hem de İslâmiyetin cihâd rûhu birleşince böyle efsânevî bir hareket ortaya çıktı. İslâmiyet, bu toplayıcı yönüyle değişik halk topluluklarını bir sancak altında birleştirerek “Kafkas Müridizm’i” ve “gazavât” adıyla cihâda en etkili şekilde başlatmıştı.

 

Burada bir şeyi hatırlatmakta fayda var: Efendimiz’in ilk savaşlarından Bedir, Uhud ve Handek “Gazve-i Bedir, Gazve-i Handek” olarak geçer. Burada Sahâbe-i kirâm hazerâtının savaşları yine aynı soydan olan müşrik Araplara karşı idi. Aynı ırktan olmak hiçbir şey ifâde etmiyordu; çünkü onlar İslâmiyete düşman idiler.

 

“Gazve başlangıçta değişik anlamda kullanılıyordu. Kabâil-i Arâb (Arap kabîleleri) yekdîgeri aleyhine vukû’ bulan tecâvüzlerine cehâleten “gazve” nâmı verdiler.” (Şemseddîn Sâmî, Kaamûs-ı Türkî, fî 19 Ağustos, sene 1317, İkdâm Matbaası, s. 967, Dersaâdet)

 

Hareketin temelindeki bir diğer önemli nokta da, Ruslar küfrün belirlenen yüzü olarak gösterilirken, dağlıların bağımsız bir devlet kurabilmeleri için bu hareket en büyük ümit kaynağı olmuştu.

OSMANLININ 18. YY.DAKİ RUS POLİTİKASI

Osmanlı, Kafkaslardaki Rus hareketini yakından tâkîp ediyor ve bu Müslüman dağlı halkla daha yakından ilgileniyordu. Ruslar, Osmanlının bu Kafkas yakınlaşmasına karşı, Kafkaslarla yakından ilgilenmeye başladılar. Bu bölgeleri kontrol altına almak amacıyla işgallere giriştiler.

 

Osmanlı buralarda işgal ve zulümlere uğrayan Kafkas halkına hem yardım etmek istiyor hem de bölgede Müslüman olmayan topluluklara İslâmiyet’i yaymaya çalışıyordu. Bu cümleden olarak Osmanlı Devleti tarafından Ferah Ali PaşaSoğucak bölgesinde görevlendirilmişti. Bu hareket sâyesinde burada İslâmiyet hızla yayılmaya başladı. Böylece Kafkas milliyetçiliği, toparlayıcı din birlikteliği ile, Müridizm hareketi, daha da güçleniyordu.

 

Şüphesiz bu hareketler 18. yy.da değil de 15-16. yy.da olsaydı, Osmanlı için de dağlılar için de durum çok farklı olurdu. Ama zaten Osmanlı güç kaybetmeye başlamıştı; fakat bu zor durumunda bile İslâm beldelerine her türlü desteği vermekten de geri kalmıyordu.

İMÂM MANSÛR’UN ŞEHÂDETİ

Nakşiyye-Müridiyye gazavât hareketi sonra çok daha mükemmel hâle gelecektir ama her şeyin başlangıcı çok önemlidir. Şeyh Mansûr’un başlattığı bu dînî siyâsî hareket ileride İmâm Şâmil’in muhteşem direnişini hazırlamıştır. Bu cümleden olarak Şeyh Mansûr’un şehâdetiyle bu hareket hiç gerilememiş ve yeni bir cihâd rûhuyla devâm etmiştir.

 

Ferah Ali Paşa’nın Kafkaslarda İslâmiyet’i yayma çabaları yanında, bu halkları Osmanlı Devleti saflarına yaklaştırma çabaları yatıyordu. Kafkas halkında millî ve dînî şuur çok yüksekti ve bu şuuru Hilâfet’e karşı sonsuz bağlılıkları ile de sağlamlaştırmışlardı. Buna rağmen Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan Anapa ve Soğucak sâkinleriyle maalesef zaman zaman da savaşmaktan da geri durmuyorlardı. (Mehmet İpşirli, Ankara Türk Târih Kurumu Yayınları, Ahmet Cevdet Paşa 3. Cilt, s.186, 2018)

 

İmâm Mansûr çeşitli câmilerde verdiği vaaz ve hutbelerle Kafkas halkını Nakşiyye-Müridiyye hareketi içinde şartlandırıyordu. Batılı devletler İmam Mansûr’un bütün Kafkas halkının kutlu geçmişlerini canlandırdığı için buradaki gayrimüslim halkın bunlara karşı kutsal bir savaşa katılmalarını teşvik ediyordu.

 

İmâm Mansûr, Ruslardan elde ettiği on pâre topu Osmanlı Devleti’ne göndererek pâdişâha bağlılığını izhâr etmişti. Çünkü Kafkas halkları Osmanlı zayıflarsa bütün İslâm beldelerinin zaafa düşeceğini biliyordu.

 

Bugün de kuvvetli bir Türk İslam devleti hem İslâm beldeleri hem hâssaten Türk devletleri ve dünyâda barış isteyen devletler için mühim bir denge unsuru ve bir te’mînâttır.

 

Rusların Anapa Kalesi’ne yaptığı hücûmu İmâm Mansûr’un püskürtmesi, Osmanlı lehine mühim bir hareketti.

 

“Osmanlı’nın Kafkaslara bigâne kaldığı düşüncesi yanlıştır. 1787-1792 savaşından sonra büyük yara alıp Ruslarla barış yapmışken bu olaylara doğrudan müdâhil olması pek mümkün değildi. Yaş Antlaşması’nda Mustafa Râsih Paşa, esirlerin değiştirilmesi için özel elçi olarak gönderilmiş ve Mansûr’un serbest bırakılmasını istemiştir. Ama Ruslar onun bir Çeçen olduğunu ve Ruslarla amansız bir savaşa girdiği için onun teslîminin mümkün olmadığını ve îdâm edileceğini bildirmişlerdir”.

 

İmâm Mansûr hapiste iken kaçma teşebbüsünde bulunmuş ağır yaralı olmasına rağmen bir görevliyi öldürmüş tekrar yakalanan bu büyük İslâm mücâhidi Nisan 1794’te hapishânede vefat emiş, şehîd olmuştur. (Rahmetullâhi aleyh) (Osman Kimyâ, Kafkaslarda Çarlık Rusya’ya Karşı Müridizm Hareketi, Akademik Düşünce Dergisi, s, 1673-1699, 2019 Araştırma Makâlesi)

ASYA’NIN İSLÂMLAŞMASINDA TASAVVUF VE TARÎKATLERİN ROLÜ

Orta Asya’nın İslâmiyeti kabûl ettikten sonra onu bir ekol hâline getirip çeşitli kitlelere yaymasının altında tarîkat ve tasuvvuf gerçeği yatmaktadır. Hareketin, Hakk şâiri ve sûfîsi olan Ahmed Yesevî hazretleri ile bağlantısı çok sıkıdır. Onun yolunda, hocası Yûsuf Hemedânî’nin ilhâmiyle “Yesevîlik” ve Abdülhâlık Goncdüvânî’nin te’sîriyle “Hâcegân” yolu vardır. Ahmed Yesevî hazretleri, Hanefî-Nakşî-Yesevî tarikat halkasını Türkler arasında öyle yaydı ki, İslâmiyet Türkler için hem ahkâm (şerîat hükümleri) hem de esrâr (rûhânî feyiz, tasavvuf) yönüyle zirve yaptı.

 

Yetişen mühîm fakîhler yanında Asya’dan doğan parlak güneş Bahâeddîn Nakşîbendî’nin 14. yy.daki (rahmetullâhi aleyh) tasavvuf yolu, bütün Türk halkının tarîkati olarak hudutlarını Horasan, İran ve dünyâ devleti olan Osmanlı’nın en gözde ulemâsıyla Arap yarımadası ve Balkanlara kadar taşımıştır.

 

Bu Tarîkat-i Nakşîbendiyye-i âliyye hareketinin ruhî kökleri önceleri Necmeddîn-i Kübrâ’da (kuddise sirruh) görülür: 1155 Hîve doğumlu olan bu büyük şeyh, Moğolların Harezm’i işgâlinde orayı terk etmeyerek müridleriyle 1221’de cihâd ederek şehîd olmuştur.

 

Şeyh Necmeddîn hazretleri muhtemelen Türk asıllıdır. Eserlerini Arapça ve Farsça vermesinin sebebi bu bölgede bu dillerin, (özellikle de Farsça) konuşulması idi. Aynı Mevlâna hazretleri gibi… (İbrâhim Kafesoğlu, Harzemşahlar Devlet Târîhi, Ankara 1984, TTK Basımevi,Uluslararası Türk Dünyâsının İslâmiyet’e Katkıları Sempozyumu, 31 Mayıs-1 Haziran 2007/3)

 

Orta Asya, Horasan, Kafkaslar ve uzantı devletleri Gazneli, Harezm Selçuklu ve Osmanlı olarak Türk dünyâsı Hanefiyye- Nakşiyye ve Mâturîdîyye sâyesinde bid’atlere bulaşmadan dünyâya bu güzellikleri yaymaya gayret etmiştir.

 

İnanıyorum ki Osmanlı cihatlarında ricâlü’l gayb (gözle görülmeyen mübârek zatlar) olarak İmâm Şâmil, Şeyh Edabalı, Osman Gâzi, Fâtih, Yavuz Selîm ve nice başını vermeyen şehitler vardı...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
Bahri ARSLAN 28 Ekim 2023 19:00

Allahüteala razı olsun Hocam