Türklerde ticaret ve yönetim ahlâkı

Sesli Dinle
A -
A +
Bir devletin intercontinental (kıtalar arası) bir imparatorluk veya kalıcı bir devlet kurmasını sadece hamâsî birtakım söylemlere dayandırması ilmî değildir. Devlet toprakları kanla kurulur, ilimle sağlamlaşır, ekonomi ile bağımsızlaşır. İlk safhada Hüseyin Nihâl Atsız’ın söylediği hamâsî beyit gönlümüzü okşar ama bununla kalırsanız uzun ömürlü olamazsınız. Ne demişti Atsız Bey: “Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister /// Büyük devlet kurmak için büyük kan ister.”
 
Fakat bunu okuyan bazı savaş muârızları kan ve nefret söylemleriyle bu fikirlere karşı çıkarlar ama oturdukları mübârek topraklar nice yiğidimizin kanlarıyla sulanmıştır; hiçbir vatan toprağı kan dökülmeden sınırları çizilen bir arâzî değildir.
 
Bir devletin kurulması için evvelâ yerleşik bir mekân, sonra ekip biçecek arâzî ve otlaklar gerekir. Bunların hepsinden önemli olan ticârî alanlara yâni pazarlara girebilmektir. Ticâret de ya trampa (mal değişimi) -ki Türkler pazarlara bu şekilde girdiler- ya da nakit işlemleri yaparak gerçekleşir.
Türkler ticâretin ne kadar önemli olduğunu Göktürkler döneminde Çin’den çok acı dersler alarak öğrendiler: “Bu yerde oturup Çin milleti ile anlaştım. (Çin) altını, gümüşü, ham ipeği, işlenmiş ipek kumaşı (işgiti, kutay) sıkıntısız öylece veriyor.” (Orhun Abideleri, Prof. Dr. Muharrem Ergin, s.17, KG-4, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1986)
 
Burada Çin, hem ham ipeği hem de işlenmiş ipekli kumaşı, altını ve gümüşü belli bir amaçla veriyordu. Türklere bu malları bir şey karşılığı vermiyor; esas amaç, onları kendilerine yaklaştırıp oraların içine sızmak ve topraklarına yerleşmek plânıydı. Kültigin bunu anlıyor, ihtâr ediyor ama dayanılmaz ekonomik bağlantılar maalesef Göktürkleri kandırıyordu. Olay şöyle özetleniyordu: “Çin milletini sözü tatlı, ipeği yumuşakmış. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öyle yakınlaştırırmış…. Onun (Çin’in) tatlı sözüne yumuşak ipek kumaşına kanıp çok çok Türk milleti öldün.” (Age, Orhun Abideleri, KG-6)  
 
Burada birinci önemli madde, altın gümüş ve ipeğin târîhin çok eski dönemlerinden beri ticâret işlemleri için kullanıldığıdır. İkinci önemli husus, trampa veya nakit işlem hacminiz yoksa dışarıya bağımlı olursunuz ve bağımsızlığınız tehlikeye girer.

KAYILAR ANADOLU’DA

Kayılar Anadolu’ya girdiğinde ticaret Bizans’ın elindeydi. Çarşı ve pazarlar işliyor, basılı paralar vardı, trampa da geçerliydi. Türkler bu pazarlara evvelâ trampa (mal değişimi) ile girdiler. Her şeye rağmen bu iyi bir başlangıçtı.
 
Motifleri mükemmel olan halı ve kilimler veya işlenmiş deriden yapılan örtü ve giyim eşyâları da revaçtaydı. Kayılar burada geçerli olan Bizans sikkelerini de kullanarak nakit işlemlere de başladılar. Bu durum onlara kendilerine âit sikke (millî para) basmanın önemini de kavrattı.
Sikke (çoğulu meskûkât) ağırlığı ayarlanmış, darbedilmiş yâni basılmış, devlete veya hükümdara ait sembol veya sembolik figürlerin yer aldığı para birimidir.
 
Sikke altın, gümüş ve bakırdan basılan para birimidir. Trampa, yerini zamanla sikkeye bırakmıştır. İslâmiyetle Emevîler, bağımsızlığın önemli bir göstergesi olarak basılı sikkeleri kullanmışlardır.
 
İslâmî geleneklerde resim olmamasına rağmen Selçuklular, Artuklular, Bâbürlüler, Dânişmendliler, Saltuklular ve Mengücüklüler sikkelerinde resim kullandılar.
 
İslâm’da ilk sikkeyi Hazret-i Muâviye (radıyallâhü anh) bastırmıştır. Sikkede onun adı ve unvânı yazılıdır. Bir de “Bismillah” yazısı vardır.
İlk Müslüman Türk devleti olan Karahanlılarda sikkeler gümüş ve bakırdandır; nâdiren altın kullanmışlardır.
 
Bir diğer önemli husus Buhâra, Semerkand, Tırâz, Kâşgâr, Özkend, Reştân, Nişâbûr, Kucende gibi darphânelerde basılan sikkelerde darp yeri ve târîhi yazılıdır.
 
Bir diğer Türk devleti olan Memlûklerde altın, gümüş ve bakır sikkeler basılmıştır.
 
Mangır, bakır paranın adıdır. Osmanlıda ilk mangırlar Birinci Sultan Murâd’a âittir. Bakır paranın en evvel Orhan Gâzi zamanında kesildiği “Cevdet Târîhi”nde yazılıdır.
 
Mangır Moğolca nakit altın veyâ gümüş mânâsına gelen “möngun”dan bozulmuştur. (Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü. II, MEB Yayınları, s.405, İstanbul 1993)
Gazneli Mahmûd’un sikkesinin arka yüzünde “Yemînü’d-devle”, “Emînü’d-devle” yazılıdır ve 995’te basılmıştır.
 
Selçuklu Devleti sikkelerinin ön yüzünde “Lâ ilâhe illallâh vahdehû lâ şerîkeleh” iç çevresinde “Muhammedü’r- resûlulllâh” yazılıdır.
Sultan Alpaslan’ın sikkesinde “e’s-sultânü’l-muazzam şâhenşâh el-ecel” ve sonra da buna “rükne’d-dîn” de eklenmiştir.
 
Tuğrul Bey’in ilk sikkelerinde “el emîrü’s-seyyid” yazılıdır.
 
Moğolların basılı sikkelerinde Moğol alfabesiyle yazılar yer alırken, Müslümân olan Gazan Han’la birlikte “Allâh’ın kudretiyle” ibâresi yer almıştır.
 
Fâtih Sultân Muhammed Hân-ı Gâzî’ye kadar sâdece gümüş ve bakır sikkeler basılmıştır.
 
Orhan Bey sikkesinin arka tarafı, Osman Bey sikkesi motiflerine benzer. Bir diğer yüzünde “Lâilâhe illallâh Muhammedü’r-resûllâh” ve Dört Halîfe’nin adı yazılıdır. (TDV. İslâm Ansiklopedisi 37.c)

EKONOMİK BAĞIMSIZLIK

Bu yazılanlardan şunu anlıyoruz ki ne kadar kuvvetli bir devlet kursanız da, ekonomik bağımsızlığınız yoksa ve ticâret hacminiz gelişmemişse belki büyük devlet olabilirsiniz ama uzun süreli yaşayamazsınız.
 
İlk kâğıt parayı MS. 8.yy’da Çinliler kullanmışlardır. Batı’da ilk kâğıt para 17. yy.’ın sonlarına rastlamaktadır.
 
Ekonomik trendin pek önemli olmadığı dönmelerde kâğıt paranın basılması ekonomideki çöküş veyâ gerilemeyi göstermese de 17. yy. Avrupa’sında kâğıt para (bank-note) basılması ekonomik dalgalanmayla berâber, ticârî kolaylığı getirmesi bakımından da tercîh edilmiştir.
 
Gaznelilerin, Selçukluların, Memlûklülerin ve Osmanlı Türk devletlerinin ticâret yapmaları ve para (sikke) basımına çabuk adapte olarak pazar tutmaları, ticâret yollarını koruma altına almaları, komşu devletlerle siyâsî ve ticârî antlaşmalar yapmaları sâyesinde devletleri uzun ömürlü olmuştur.

İPEK YOLU

Târihte ticâretin en önemli göstergesi “İpek Yolu”dur. Mîlâttan yüzyıllarca öncesine kadar uzanan bu ticâret yolunu, Mısırlılar, Çinliler ve Ruslar işletmişlerdir.
 
Çin’den Avrupa’ya geniş bir güzergâh hâlinde gelişen bu ticârî kervân yolu, birçok devleti ekonomik yönden birbirine bağlıyordu. Çin’den başlayan bu yol, Akdeniz’den Anadolu topraklarına, oradan da Avrupa’ya kadar uzanıyordu.
 
İpek Yolu, Yavuz Sultan Selîm Han ile Osmanlı himâyesine geçmiştir. Bu yolda o devirlerde kervânlar vuruluyor ve tâcirler öldürülüyordu. Ancak çok güçlü ve Orta Doğu’ya hâkim olan bir devlet bu ticâret yolunu koruması altına alarak bu yolun işlerliğini sağlayabilirdi. Bunu yapacak tek devlet o zaman ancak Osmanlıydı. Yavuz Selîm Han’ın bu hayırlı hareketiyle Osmanlı ekonomisi çok canlanmış, vikâye vergisi (koruma vergisi) Osmanlıya bir hayli gelir getirmiş, I. Selîm Han, oğlu Kânûnî’ye çok güçlü bir hazîne bırakmıştı. Tabîî ki bu hazînede savaş ganimetleri listede aslan payına sâhipti.

KARMAŞIK EFSÂNEVÎ KURULUŞ

O devre göre koordine olmamış ve ekonomide diğer devlet ve topluluklara göre çok geride kalmış, sâdece kilim dokuma ve tabaklanmış deri satan veyâ diğer mallarla değiştirerek ticâreti bu şekilde yapan Kayıların, Anadolu gibi kritik bir bölgede tutunabilmeleri ve hattâ devlet kurmaları çok zor hattâ imkânsız gibi görülebilir. Koordine olmamış diyoruz, zîrâ Anadolu’ya gelen ve orada obalar hâlinde yaşayan beylikler birbirleriyle irtibatsızdı.
 
Selçukluya bî’at eden bu bağımsız obalar başlangıçta Bizans ve Moğollara karşı kendilerini emniyete aldılarsa da sonraları Moğolların Bizans’la geçici olarak anlaşıp Selçukluyu zor durumda bırakmasıyla bu obaların can ve mal güvenlikleri ortadan kalkmaya başladı.
 
Büyük bir devlet kurabilmek için o topluluktan çıkmış, çok kabiliyetli, harp zekâsı yüksek olan, halkının dertlerini dinleyen, onlardan aslâ kopmayan, îmanlı, mütevekkil, avn-i ilâhîye nâil olmuş bir bey, hakan, kağan vb. bir liderin çıkması gerekir. Kayı işte bu lutf-ı ilâhîye mazhar olmuş ve içlerinden efsânevî bir devleti kuracak olan Osman Bey, bir atiyye vü bahşâyiş-i Samedâniyye (Allâhü Teâlâ’nın büyük hediye ve bahşişi) ile bu cihât âşığı topluluğa nasip edilmiştir.

ASKER VE İDÂRECİ TÜRKLER

Dokuzuncu yılın başlarında İslâm devletleri bünyesine askerî amaçlarla giren Türkler, kısa sürede bu devletlerin askerî ve siyâsî kadrolarını ele geçirdiler. Bunun örnekleri de çok açıktır. Meselâ Mısır’da Tolunoğulları (868-905 ), İhşidler (936-969); Âzerbaycân’da Sacoğulları (889- 927) gibi.
Bunlar başka devletler içinde veyâ kendilerine âit olmayan istimlâk edilmiş (memlûk, mülk edinilmiş) topraklarda devletler kurdukları için uzun ömürlü olamadılar.

GEÇMİŞTEN EDİNİLEN MÎRASLAR

Bir millet, atalarının övünülecek taraflarıyla kültür altyapılarını, ahlâkî formasyonlarını ve yiğitlik misyonlarını tamamlar. Bu konuda Sehâvî’nin şu sözü ne kadar önemlidir: “Geçmiş zamânın cesâret ve şecâat sâhibi ahlâklı fazîletli kişilerinin târih boyunca gösterdikleri fedâkârlıklarını öğrenmek, gelecek nesiller için teşvîk vesîlesi olur. Bu bakımdan târîhin sayısız faydaları vardır. Bu faydaları öğrenen yeni nesil, beşeriyeti mutluluğa ulaştırmak için çaba sarf eder.” Sehâvî, El-i’lân bi’t-târ li-men Zemmi’t-târîh, Sehâvî,  Hadîs âlimi ve  târihçi, Türk asıllı Hanefî fakîhi,  müverrih, muhaddis ve dil âlimi. (M. 1472)
 
Bu konuda eski Türk târîhinin en önemli kaynağı olan Orhun Âbideleri’nde akrabalık bağına çok önem verilmiştir: “Bilhâssa küçük kardeş, yeğenim, oğlum, bütün soyum milletim…” (Age Orhun Âbideleri, KG, s.1, 17)
 
Ayrıca bu eserde devletin çöküşüne sebep olan aile bağlarının kopması, idârecilerin bilgisiz ve yetersiz olmasına dikkat çekilir: “Ondan sonra küçük kardeşi büyük kardeşi gibi kılınmamış olacak, oğlu babası gibi yaratılmamış olacak. Bilgisiz kağan oturmuş, kötü kağan oturmuş, vezirleri de bilgisizmiş. Beyleri ve milleti anlaşamamış.” (Age, Orhun Âbideleri, KD, 5)
 
Bu önemli tahlillere rağmen Çinlileşen ve onların törelerine özenen, hattâ beylerine Çin adları koyan Göktürkler, kısa zaman sonra ikiye bölündü. Köle oldular. Tekrar bağımsızlıklarına törelerine dönerek kavuştular.
 
İslâmiyet’ten evvel Türklerin büyük eksiği Müslümân olmamalarıydı. Kahramandılar, âdildiler, ahlâklıydılar. Hiç zâlim olmadılar. Savaşlarda kadınlara ve çocuklara dokunmadılar. Onlarda İslâm ahlâkına çok benzeyen davranışların olduğuna târih şâhitlik ediyor.
 
Rabb’imiz bu milleti sancak-ı şerîfi, İslâm’ın 2. döneminde devralmak için yaratmıştı sanki.  Allâhü a’lem bi’s-savâb (En doğrusunu Allâh bilir).
 
İslâm öncesi var olan bütün güzellikler milletimizde İslâmiyet’in şerefiyle kemâl buldu.  Efendimizin Kur’ân-ı kerîmde övülen ahlâkını rehber edindiler. Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Osmân’ın sehâvetini (cömertliğini) uyguladılar. Hazret-i Ömer’in adâletini, Şer’i şerîf vasıtasıyla yaygınlaştırdılar. Zâten en büyük büyük târîhî hasletleri olan yiğitlik ve kahramanlıklarını, Hazret-i Alî, Hazret-i Hamza, Hazret-i Hâlid bin Velid (radıyallâhü anhüm ecmain hazerâtının) cihâd rûhuyla birleştirdiler. Bâyezid-i Velî, Yavuz Selîm Han ve Abdülhamîd Han nübüvvet kolundan devraldıkları Hazret-i  Ebûbekir’in ve Hazret-i Alî’den devraldıkları velâyet yolunun rûhâniyyetine erdiler. İfkiyye Vâlisi (Kuzey Afrika) Ukbe bin Nâfî “Rabb’im eğer şu deniz engeli olmasaydı küfür ehliyle savaşmak için Zülkarneyn’in yaptığı gibi nice ülkeler fethederdim” diyen Ukbe gibi atını denize sürüp “Ya Bizans beni alır ya ben Bizans’ı” diyen Hazret-i Fâtih de aynı cihât ruhunu yaşattılar.   
 
Türkler sâyesinde Mâverâünnehir, tıp, astronomi, matematik, hadîs ve tasavvuf merkezi hâline geldi.
 
Şunu iyice anlayalım: Türkler İslâmiyet’i kabûl etmekle Arap olmadı; Müslümân oldu. İslâmiyet’i en saf, en temiz en hâlisâne uygulayan Ehl-i sünnet, hârika bir millet oldu ve nice ulemâ, evliyâ fukahâ ve şeyhülislâmlar yetiştirdi.
 
Böyle asîl bir millete zâten İslâmiyetten başka hiçbir kılıf uymazdı.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.