Hangi Hazreti Mevlânâ?

A -
A +

Üzerinde en çok kalem oynatılan, anılan, paneller düzenlenen, adına uluslararası ödüller verilen Mevlânâ hazretlerini nasıl tanımalıyız? Onun hakkında hangi kaynaklara güvenmeliyiz? Şimdi bir veliyi, velilerden okumalıyız. Bir velinin, Hazret-i Molla’nın (Mevlânâ) ağzından çıkarken kaleme aldığı bu müthiş eseri, bir diğer veli şerh etmiştir. Birisi Hüsâmeddin Çelebi diğeri ise Ankaravî İsmâil Resûhî Dede’dir. 

 
John Locke’un akla dair fikirlerini Mevlânâ yaklaşık 500 yıl evvel söylemiştir. Immanuel Kant da Mevlânâ’nın dediğini tekrarlar; Allah’ın aklî planda ispat çabalarına hiç önem vermez. Ona göre biz ruhun ölmezliğine ve Allah’ın varlığına deneyle ulaşamayız.
 
Bergson’un “sezgi” dediği Mevlânâ’da hayallerdir. Mevlânâ’da tecrübenin aslı beşerî akıldır.
 
 
Efendimiz ve Sahabe hazretleri zamanında ilmin temeli Kur’ân-ı kerîm ve Ehadis-i nebeviye idi. Zahiri ve batıni ilimler bu iki kaynaktan neşet ediyordu.
Hazret-i Ebubekir ile İslâm yayılma hamlelerine başladı. Sonra Emevi ve Abbasiler dönemiyle dinimiz, kıtalara kol attı. Buralarda medeni şehirler kuruluyor veya fetihler sonrasında ilmî faaliyetlere ağırlık veriliyordu.
 
Hazret-i Mevlânâ ve çevresi
 
İslâmiyet’in tefekkür merkezi olan Maveraünnehir’de yetişen âlimler bu dinin yüz akları olmuşlardır. Bu bölge, kelâm, hadis,  tasavvuf, fıkıh, hikmet, tababet, astronomi, kısacası bedenî ve dinî ilimlerin merkezi durumuna geldi.
Bölgenin büyük âlimlerden biri de Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî’dir. Hayâtı hakkındaki bilgilere teferruatlıdır. Medrese bağlantılı ulemanın hayatları genelde doğruya yakın bilgilerle tedvin edilmiştir (Kaleme alınmıştır). 14. asırda yetişen Eflaki Ahmed Dede, onun doğum tarihini 30 Eylül 1207, vefatını ise 17 Aralık 1273 olarak belirtmiştir.
Üzerinde en çok kalem oynatılan, anılan, paneller düzenlenen, adına uluslararası ödüller verilen Mevlânâ hazretlerini nasıl tanımalıyız? Onun hakkında hangi kaynaklara güvenmeliyiz? Şimdi büyük veliyi neden bunca kitap yazılmış ve araştırılmışken tekrar gündem konusu yaptık? Bir veliyi, velilerden okumalıyız. Bir velinin, Hazret-i Molla’nın (Mevlânâ) ağzından çıkarken kaleme aldığı bu müthiş eseri, bir diğer veli şerh etmiştir. Birisi Hüsâmeddin Çelebi diğeri ise Ankaravî İsmâil Resûhî Dede’dir. 
Yâni Mesnevî-i Şerîf’i bir veli söylemiş, bir veli kaydetmiş, bir veli de şerh etmiştir. Ele aldığımız nüsha en güvenilir kaynak olan Ankarâvî  Şerhi, 13 Cumâde’l-ûlâ (Cemâziyel evvel) 1289 (1872) de İstanbul’da Matbaa-i Âmire’de 6+1 cilt basılan nüshalarıdır Bu kitaplar Osmanlı Türkçesi aslıyla basılmış olduğundan aslî ve en güvenilir kaynak olarak kabul edilir. Hazreti, bu kaynaklara dayalı olarak sizlere aktarmayı uygun buldum.
Hazret-i Ankaravî, şarihü’l- Mesnevî olarak anılır. “Kendisi evliyanın büyüklerindendir. Zahirî ve batıni ilimlerle tasavvufta yüksek derece sâhibi, ilmiyle amil bir zât idi.” (Türkiye İslâm Âlimleri Ansiklopedisi c.15, s.178)
Ankaravi hazretleri Mesnevî-i şerifi açıklarken faydalandığı kaynakları şöyle açıklar:  “Tefasire (tefsirler) müteallık,  Kütüb-i Ebulleys ve Meâlimü’t-tenzîl ve Medarik, Ebussud ve Tefsir-i kebir, Kaşanî,  Keşşâf ve Mecmau’l-beyân. Ehâdîse (hadisler) müteallık, Müslim,  Buhârî, Mesâbih,  Meşârık,  Tergîb,  Terhîb ve Câmiu’s-sa’îr. Tasavvufa müteallık, Kütüb-i Fütuhât-ı Mekkiyye ve Fusûsu’l-hikem,  Dîvân-ı ibn Fârız, Avârifü’l- meârif, Istılâhât-ı eş-şeyh Abdürrezâk el Kâşânî ve İ’câzü’l-beyân. Kelâma müteallı,k Şerh-i Mevâkıf ve Şerh-i akâid. Hikmete müteaalık, Şerh-i Şir’a ve Mişkâtü’l-envâr. Fıkha müteallık, Hidâye ve Sadrü’ş-şerî’a. Lugate müteallık, Sıhâh ve Nihâye.”(Mesnevî, c.1. s. 43)
Görüldüğü üzere Ankaravi hazretleri Mesnevi’yi şerh ederken İmâm-ı Begâvî, Ebussuûd Efendi, Radiyüddîne’s-Sagânî, İbn-i Hâcerü’l-Askalânî, Süyûtî, Muhyiddîn-i Arabî, Şehâbeddîn Sühreverdî,  Kelâbâzî, Seyyid Şerîf Cürcânî, En-Nesefî, İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyhim ecmain) hazeratının muteber kitaplarından faydalandığını beyan eder.
Mesnevî birinci ciltte Hüsameddin Çelebi hakkında şu bilgiler verilir: Mesnevî’nin yazılmasına sebep olan Hüsameddin Çelebi Urmiye asıllıdır. Babası ve dedeleri Urmiye dedikleri mevzia mensupturlar. El-Urmiyyetü’l-asl olan Hüsameddin hazretlerinin sıfat-ı nisbiyyesidir ve aslen ekraddandırlar.  (El-müntesibü ilâ şeyhü’l-mükerrem  bimâ kâl:  Emseytü Kürdiyyen asbahtü Arabiyyen) demekle beyne’l-meşâyıh  mükerrem olan şeyhe ki, aslen murâd şeyh Ebu’l- Vefâ Bağdâdî’dir.  Çelebî’nin cedd-i a’lâları ve silsile-i şerîfleri anlara müntehîdir. (Yâni Kürt olarak yattım Arap olarak sabahladım diyen zât, âlimler arasında keremiyle tanınan ve Çelebî’nin ceddi olan Ebu’l- Vefâ Bağdâdî’dir.) (Mesnevî c.1 s.14)
Muteber kitaplar Ebu’l Vefâ’nın aslının seyyid olduğunu bildirir. Asıl ismi Muhammed bin Muhammed bin Muhammed Zeyd bin Hasenel- Ârif bin Zeyd bin İmâm-ı Zeynel Âbidîn bin İmâm-ı Huseyn bin Aliyyül Murteza bin Ebî tâlib’dir. (Türkiye İslâm Âlimleri Ansiklopedisi c.7. s. 312)
Mesnevî’de ve Menâkıbu’l- ârifîn’de Çelebi’nin ancak üç nesil öncesine giden şeceresinden dedesinin adı “Ahî Türk” olarak kaydedilmiştir. Kendisi. Mevlânâ’ya mürit olduktan sonra Mevlânâ’nın mezhebi Hanefî’ye geçmek istemişse de Hazret-i Pîr buna izin vermemiştir.
Ebu’l- Vefa hazretlerinin menakabesi de. 1. ciltte şöyle anlatılır: “Ebu’l-Vefâ,  Hüsameddin Çelebi’nin yüce cedlerindendir. Bu da ol kâmil velinin menkabesidir. Ol hazret ümmî (okuma yazma bilmeyen) idi. Aynı zamanda sevad-hân (yazıyı yeni söken, acemi) da değildi. Halk onu dedikodusu olmayan bir zat olarak bilirdi Bir gün onu irşat makamına, terbiye ve vaaza da lâyık görmedikleri hâlde, hafife almak ve alay etmek için ondan vaaz vermesini istediler. O da dedi ki “İnşallah yarın hazır olun!” İnsanlar onun ümmî olduğunu bildikleri için çok şaşırdılar. O gece Bağdadi hazretleri Hakk’a iltica etti. Rüyasında Efendimizi gördü ve Efendimiz ona buyurdular ki: Yarın halkı cem eyle ve onlara nasihat edip hakayık-ı esrar-ı Kur’âniyyeyi söyle. Cenab-ı Hak sana alîm ve hakîm sıfatıyla tecelli etti. Sonra sabah oldu. Ulemâ ve sulehâ   (âlimler ve sâlihler) onun vaaz edeceğinden haberdar olup onu imtihan için camiye geldiler. Namazdan sonra hazret minbere çıkıp ilk sözü şu oldu: Emseytü Kürdiyyen asbahtü Arabiyyen. Yani gece Kürdî idim sabah Arabî oldum dedi. (Mesnevî c.1, S. 18-Kısmen sadeleştirilmiştir)
Sonra Ankarâvî hazretleri buyurur ki: (kısmen sadeleştirilmiştir.) Âyet-i kerime ve hadis-i şerifleri mahalle münasip şekilde hazır bulsunlar ve mesnevî-hân olsunlar. Bu fakire de dua kılsınlar.
 
Mesnevi-i şerîf’in yazılma sebepleri
 
Ankarâvî hazretleri Mesnevî-i şerif’in yazılmasında iki nükteyi şöyle anlatır: Birinci nükte, şerhe esas olan 18 beyt, Hazret-i Pîr’in kalb-i şeriflerine Cenâb-ı Hudâ cânibinden defaten vâhideten (bir defada ) ilham ve ilka olup, Hazret-i Hüsâmeddin de lisân-ı hâlle bu şekilde bu kitâbın te’lîfini o Hazret’ten isteyip düşünceleri buna sâbit olduğunda,  o anda  Hazret-i Hudâvendigâr (Mevlânâ) destâr-ı mübâreklerinden (sarığından) bu beyt-i şerîfleri çıkarıp buyurdular ki: Hüsâmeddîn, sen sözle söylemedin, ammâ Cenâb-ı Allah’tan bu şekilde manzûm ve mükemmel bir kitâb olması kalbime ilhâm olundu. Al bu beyt-i şerifleri yaz! dedi
İkinci nükte de şöyle: Mesnevî altı dîbâce (önsöz) vâsıtasıyla altı cilttir. Sebebi de şudur: “Şeş cihet-râ…” diye başlayan beyte dayalı olarak “Hilkat-i eşyada (varlığın yaratılması) eyyam-ı ilâhî (günler) şeş rûz vâkıf olmuştur. (Altı günde ortaya çıkmıştır. ) (Bu altı gün anladığımız altı gün olmayıp milyarlarca seneye tekâbül edebilir. Allâhü a’lem bi’s-savâb) Bu cihetten Mesnevî dahî altı cilt itibâr olunmuştur.
Hazret-i Pîr eserin yazılışındaki esas sırrın muhabbet-i ilâhiyyeyi  (bizim anlayamadığımız bir aşk) şu beyitle îzâh eder: “Topraktan olan bedenim aşktan feleklere çıktı; âsümâna yükseldi. Hazret-i Mustafâ’nın cism-i şerîfleri ve Hazret-i İdrîs ve Îsâ aleyhisselâmın uyanık hâlde hücrelerinden çıkarak âsumâna çıkışlarını insanlar inkâr ettiler. Tûr Dağı’nın harekete gelmesi odur ki, Cenâb-ı Hak ona tecellî kılınca parça parça olup hareket ve raksa gelip, kimi Mekke, kimi Medîne tarafına teveccüh edip, bir kısmı dahi yer altına gidip kıyâmete dek seyrederler. Gerek ilk beyt “Cism-i hâk ez aşk ber- eflâk şüd // Kûh der âmed   çâlâk şüd (Toprak olan bedenim aşk ile feleklere yükseldi, dağ da raksa ve harekete geldi” / / Işk cân-ı Tûr âmed âşıkâ // Tûr mest ü harra Musâ saikâ” Tûr dağı aşka geldi ve mest olan dağ Hazret-i Mûsâ gibi kendisinden geçti.”
Son iki beyitte de iki âyet-i kerîmeye telmîh vardır: Bunlar İsrâ sûresi 1. Âyet-i kerîme ve A’râf sûresi 143. Âyet-i kerîmeleridir. “Ve harra Mûsâ sa’ikâ” ifadesi mülemma yoluyla beyte alınmıştır. İleride de temas imkânı bulduğumuzda anlatacağımız üzere Mevlânâ hazretleri, birçok âyet-i kerime ile beyitlerde mülemma yapmıştır. (Bir kısmı Arapça veya Farsça ile karışık yazılmış şiirler )
 
Mevlânâ Hazretlerine göre akıl ve rûh
 
“Aklın beş mertebesi vardır. Birinci mertebe rûh-i hasâsîdir. Beş duyunun zâhire gönderdiği telâkkîleri kabul eder. Bu rûh-ı hayvânînin aslıdır. Bu ruh süt emen çocukta dahi vardır. İkinci mertebe rûh-i hayâlîdir. Beş duyunun vücûde getirdiği şeyleri saklar. Zamânı gelince rûh onu akla arz eyler ki mertebesi sabînin bidâyeti, neşv ü nemâsı (çocuğun gelişmesi)nde bu rûh yoktur.
Üçüncü mertebe rûh-ı aklîdir. His ve hayâl dışındaki mânâları ve küllî olan zarûrî mârifetleri idrâk eder. Bu hâl hayvan ve çocukta yoktur. 
Dördüncü mertebe rûh-i fikrîdir. Çeşitli sentez ve analizleri yapar ve aklî ilimleri alır, bilgileriyle birleştirir.  Bu akıl ulemânın aklıdır.  Bu dört akıl derecesine ukûl-ı beşeriyye  (insana ait akıl) denir. 
Beşinci mertebe rûh-i kudsîdir; peygamberlere ait akıldır; büyük evliyâya da bu akıl verilmiştir. Bu rûh-i kudsîden envâr-ı gaybî ( nübüvvet ve velâyet nurları) ve esrâr-ı lâ raybî (aklın alamadığı ve inkâr edilemeyen sırlar)  bu zatlarda tecellî eder. Bu akıl,  âlem-i mânâda ve ilâhî mertebede uçtuğu cihetle kuşa benzer ki, kanatları ilim ve amel kuvvetidir. Ayrıca muhabbet şevkı, velâyet ve kerâmet bunlara benzer sıfatlar sıfât-ı ilâhiye ile mânâ burcunda uçar. (Mes. C1. S.330-Kısmen sadeleştirilmiştir)
 
Bazı filozoflara göre aklın kavrama gücü
 
Ampirist John Locke’a göre akıl gerçekliği ancak tecrübelerle vardır. Metafizik bir varlık olan Tanrı’nın (Allah) varlığını anlayamaz. O hâlde Tanrı’nın (Allah) varlığının anlaşılması doğrunun anlaşılmasına zemin hazırlar. Buna rağmen insana gerçeği getirecek olan (akıl değil) vahiydir. (John Locke’da Akıl ve Vahiy İlişkisi, Ayşe  Sıdıka  Oktay,  Şeymâ Benli, SD Üniv. Sos. Bil. Ens. Der.  S.23, C. 4.)
Burada üzerinde durulması gereken durum tecrübedir. Tecrübenin esası beş duyunun şahitlik ve kabulüne dayanır.  Bütün deneyler,  ölçme biçme hepsi beş duyu ile sabittir.  Allah’ın varlığı ile ilgili husus, deney ve beş duyu dışında metafizik bir sistem olan vahiyle çözülür. 1704’te ölen Locke’un fikirlerini Mevlânâ yaklaşık 500 yıl evvel söylemiştir. Mevlânâ’ya göre çocuk gördüğü veya dokunduğu şeyleri dış dünya ve duyularla kabul eder.  Çocuk etrafı tanıma işini, oyuncaklarla oynayarak ve onlara şekil vererek ve hayvanlar da her günkü hareketlerini meleke hâline getirerek yaparlar. İkinci ruh mertebesi budur. Üçüncü mertebede ruh ve akıl devreye girer. Hisler, hayal dışındaki manayı idrak eder. Ruh ve akıl bağlantısı deney ve bilgiler dışında idrak mertebesine ulaşır. Aklî ilimler bu mertebede devreye girer. Allah’tan korkma ve onu tanıma Mevlânâ’ya göre bu mertebededir. Locke bunu söylemek ister ama işin aslına erişemez.
Immanuel Kant da Allah’ın aklî planda ispat çabalarına hiç önem vermez. Ona göre biz ruhun ölmezliğine ve Allah’ın varlığına deneyle ulaşamayız. Kant, Allah’a inanmamakla birlikte Mevlânâ’nın dediğini tekrarlar. Yani sebep-sonuç ilişkisi ve deneylerle Allah’a ait bilgilere sahip olamayız.
Mârifetullâh Hazret-i Pîr’e göre Allah’ın vücud ve vahdaniyyetinin bilinmesidir; zatının bilinmesi değildir.
İmâm-ı Gazali’ye göre akıl kesin bilgi verme noktasında yetersizdir. Bu durumda naklin akıldan öce olduğunu savunur Gazali hazretleri...
Bergson, “Allah tecrübelerle anlaşılır ama onun varlığını ispatlamak için hiçbir delile ihtiyaç yoktur” der. Ona göre insan ruh gözüyle Allah’a inanır ki bu sezgidir. Mistik, Tanrı’yı ispat etmez onu sezer. Bergson’un “sezgi” dediği Mevlânâ’da hayallerdir. Mevlana’da tecrübenin aslı beşerî akıldır. Aklın nefs ile olan münasebeti arttıkça gerçekten uzaklaşır. Ona göre ancak beşinci ruh-akıl mertebesinde envar ve esrar-ı rabbâniyyeye ulaşır dediği hâdise, Bergson’da sezgi olarak belirir.
Hiç şüphe yok ki gerek John Locke ve gerekse Bergson, hem İmam-ı Gazali’yi hem de Hazret-i Mevlânâ’yı iyi incelemişlerdir.
Tekrar buluşmak ümidiyle...
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.