Edebin edebiyatı: ‘Divan’

A -
A +
Divan edebiyatı medrese bağlantılı bir edebiyattır… İlmî bir edebiyattır… Sultanlar edebiyatıdır. Böyle bir edebiyatın geniş bozkırların hür havasının enginliğinde ve bozkurt uranlı savaş naralarından ziyade, tefekküre, zarafete, hassasiyete dayalı olması onun tabiatının gereğidir.
 
 
Atalarımız saray ve çevresinin muazzam İslami Türk hissiyatı ile Arap ve Fars’ın da malı olan bir edebiyatı öyle millîleştirdiler ki, boynuz kulağı geçti.
 
Divan edebiyatı medrese bağlantılı bir edebiyattır…
 
 
 
Geniş ve zengin bir edebî geleneği olan Türk milletinin bir nevi klasik düzenlemesi olan divan edebiyatı, klasik şarkın ortak malıdır. Arap, Fars, Babür ve Çağatay’da da görülen bu tür, İslam ümmetinin ortak edebiyatı gibidir.
Bizde divan edebiyatının ilk örnekleri 13. asırda Hazreti Mevlâna’da görülür. Meşhur Mesnevi’sinin beyitlerle yazılan şekli aruz olarak da divana uygundur. Ayrıca Divan-ı  Kebir’i ve Rubaileri de divan türündedir. Gerçi daha evvel Kutadgu Bilig de hem aruz vezniyle hem de beyit şekliyle yazılmış olmakla birlikte, ruh olarak divan tarzından biraz uzaktır. Bu arada Hoca Dehhani’yi de unutmamak lazım. Horasan kökenli olan bu şair, İranlı Firdevsi’nin etkisi altında gazeller yazmıştır.
Divan edebiyatına “saray edebiyatı”,  “seçkinler edebiyatı”, “İstanbul edebiyatı” denmesine rağmen, 14. yy’da Konya, Niğde, Sivas, Sinop, Kırşehir, Bursa ve İznik’teki divan şairleri; genelde kahramanlık, tasavvuf ve didaktik özellikler taşıyan mesneviler yazmışlardır.
Bozkır kültüründen yerleşik şehir hayatına geçen saf, temiz, Ehl-i sünnet Türkmen atalarımız, kopuz ile aytışmaları ve manzum destanları, muazzam ve cihanşümul bir devletin edebiyatı olarak kâfi görmemiş olacaklar ki, her alanda bir büyük devlet gereklerini yerine getirdiler ve büyük devlette olması gereken her şeyi tam tetimmatıyla uyguladılar.
İstanbul payitaht olana kadar İznik ve Edirne de payitaht oldu ama ille de İstanbul… Bu “Belde-i tayyibe” âdeta Türk’ün kültür tarihini yeniden yazdı. Saf ve temiz Türkmen atalarımız İstanbullu oldular,  saray ve çevresinin muazzam İslami Türk hissiyatı ile Arap ve Fars’ın da malı olan bir edebiyatı öyle millîleştirdiler ki, boynuz kulağı geçti.
Divan edebiyatı medrese bağlantılı bir edebiyattır… İlmî bir edebiyattır… Sultanlar edebiyatıdır. Böyle bir edebiyatın geniş bozkırların hür havasının enginliğinde ve bozkurt uranlı savaş naralarından ziyade, tefekküre, zarafete, hassasiyete dayalı olması onun tabiatının gereğidir.
Halkın bu edebiyatı anlamaması son derece tabiîdir. Çünkü her klasik ekol, üst düzey kültür ve eğitim sonucu meydana gelmiştir. Bu, sultanların, hanım sultanların, çelebilerin edebiyatıdır. O hâlde bu edebiyat, sultanlara, hanım sultanlara, sarayın zarafetine yakışmalı ve Osmanlı devleti gibi muhteşem olmalıydı.
 
RAKÎB İLE KIYASLAMA
 
Divan edebiyatı en olgun dönemini 16. asırda Fuzuli ve Baki ile yakalamış 17. asırda da taklit ettiği İran’ı çoktan geçmiştir. Şair Nef’î “Fahriye”sinde övünürken kendisini İranlı iki büyük şairle kıyaslar ve onlardan üstün olduğunu beyan eder:
Sözde nazîr olmaz bana ger olsa âlem bir yana
Pür- tumturâk-ı hoş-edâ ne Hâfız’em ne Muhteşem”
(Âlem bir yana olsa benim tumturaklı ve hoş sözlerimin benzeri yoktur. Ben ne Hâfız’ım ne de Muhteşem’im.)
Hâfız; Hâce Şemseddîn Muhammed, Hâfız-ı Şîrâzî ve Muhteşem-i Kâşânî ve şemsü’ş-şuarâ olarak bilinen İran’ın en büyük şairleridir. Görüldüğü üzere hiç tevazu etmeksizin, Nef’î kendisini, bu iki büyük şairden üstün görür.
Nedim de bir gazelinde:
Îran-zemîne tuhfemiz olsun bu nev-gazel///İrgürsün İsfahân’a Stanbul diyârını”
(Bu gazel İran’a bir hediyemiz olsun ve İsfahân’a İstanbul diyarını ulaştırsın.)
Bu beyit de çok manidardır. Burada anlaşılan şudur: İran ve Arap şairleri başlangıçta bizden üstündüler ama Osmanlı Türkü, söz meydanında da onları katbekat geçmiştir.
Divanı kendilerinden aldığımız Arap-Fars dünyası bugün ne yapıyor? Hemen belirtelim: Arap ve Fars’ta bu edebiyat tamamen terk edildi.
 
ARAB’DA VE FARS’TA BUGÜNKÜ DİVAN
 
Arap dünyası yeni bir ekolle divana yeni bir tarz getirdi.  Mısır’da başlayan bu hareket, bizdeki değişime az çok benzer. Bu topluluk “Divan Grubu” adıyla ortaya çıktı ama bu bildiğimiz divan değildi.  Batı ile temas sonucu ortaya çıkan bu akım, bir yenileşme bir reform hareketidir. Bunlar mazi ile bağı tam kopartmak istemiyorlar ama eski şiirin zorluklarını idrak ettikleri için o tarzı denemiyorlardı. Bunlara göre şiir vezinli ve kâfiyeli olmamalıydı. Bu akım temsilcilerinden Mâzînî, zaten devrimcidir. Dolayısıyla eski ve klasik olana görüş itibarıyla karşıdır. Şükrî, divan yazar ama klâsik tarza karşıdır. Bunu sürdürmek isteyen eski ekolcülerle çatışır. Akkâd da bu ekolün en kuvvetli temsilcisidir. Bir nevi klasik romantiktir ancak Batı hayranlığı onu maziyi yok görme gibi bir hatanın içine sürüklemiştir. 
İran’ın büyük şairlerinden Sâdî-i Şîrâzî “Gülistân ve Bûstân”ın yazarı olup bu eser Osmanlı aydınlarını el-kitabı olmuştur. Mantıku’t-tayr’ın yazarı Feridü’d-dîn-i Attâr, Hazreti Mevlâna’ya ilham veren sufi şairdir.
Bir diğer büyük sufi şair ise Hâfız-ı Şîrâzî’dir. Bizim divan şairlerimizin ilham aldıkları ve takip ettikleri ekol Şîrâzî-Attâr ve Hâfız’dır. Dolayısıyla divanımızın şekil ve kalıp dışında Arap divanı ile ilgisi yoktur.
 
TANZİMATÇILAR VE HUSUMET
 
Tanzimatçılar edebiyatta büyük depremler meydana getirirken idari olarak da farklı şeyler denediler. Bunun en büyük sebeplerinden birisi de Birinci Tanzimatçıların aynı zamanda devlet adamı olmasından kaynaklanıyordu. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmed Midhat Efendi, Ahmed Vefik Paşa ve Şemseddin Sami bu devre mensupturlar. Bunlar hem divan edebiyatına cephe aldılar hem de ondan kopamadılar. Dili sadeleştirmeyi denediler bunu da beceremediler. Zira kaliteli şiir yazabilmek ve vazgeçemedikleri aruzu kullanabilmek için Osmanlı Türkçesine mahkûmdular. Ne divan yazabildiler, ne de yeni şiirde başarılı olabildiler.
Şinasi üçüncü kalitede bir şair, acemi bir gazeteci, âciz bir tiyatro yazarı idi. “Şair Evlenmesi” adlı eseri, komedi olarak adlandırılırken gerçekten kalite itibarıyla da tam bir komedidir! Namık Kemâl’in başarılı olduğu saha Evrâk-ı Perrîşân ile tarihçiliğidir. Sermuharrirlik yaptığı gazeteciliği orta kalitede şairliği ise vasatın altındadır.
Ziya Paşa’yı bunlardan ayrı tutmak lazım. Hikemi bir şairdir. Divan tarzının en iyi uygulayıcısı olmakla birlikte klasik tarzın gözdesi olan gazel, şarkı ve kaside yerine hikemi tarzda beyitlerle şiirini inşa etmeyi tercih etmiştir. Terci’ ve Terkib-i Bend’i mükemmeldir.
Ahmed Midhat Efendi tam bir Fransız hayranıdır. (Bütün Tanzimatçılar ve Servet-i Fünûncular da böyledir.) Fransızcayı günlük konuşmalarına da yansıtırlardı. Onun hayranlarından Pozitivist Beşir Fuad bir gün kapısını çaldığı Ahmed Midhat’ın içeriden “enterez!” (giriniz şeklinde seslendiğini beyân eder.) Kendisi zaten düşük kalitede bir romancıdır.
Bunların içindeki en verimli olanı sözlük çalışmalarıyla Şemseddin Sâmî’dir. Gerek Kaamûs-ı Türkî’si, gerekse Kaamu’l-A’lâm’ı büyük emek mahsûlü eserlerdir. Keşke Taaşşuk-ı Tal’at ve Fitnat’ı yazmasaydı; irtifa kaybıydı onun için...     
İşte bu ve benzeri yazarlar divan edebiyatına mesafe koydular. İkinci Tanzimatçılar da bunların açtığı yoldan gitmek istediler. Daha çok hikâye, roman ve tiyatro ile uğraşan bu ekolde de Abdülhak Hâmid Tarhan’ı ayırmak lâzımdır.
İkinci dönem Tanzimatçıları Jön Türk fikrî fitnesiyle tam başaramadığı yıkım harekâtını Servet-i Fünûncular yeni şiir akımları olan İtalyan kökenli 3 satırlık “Terza Rima” ve 14 satırlık “Sonnet” (sone) ile denediler; hiç başarılı olamadılar. Divandaki kalıbın dışında müstezâd ve serbest müstezâdlarla eskiye harp açtılar. Dilini tenkit ettikleri divana taş çıkartan Fikret’in dilini kimse anlamadı.
 
YILMAZ BİR DÎVÂNCI: YAHYA KEMAL
 
İttihatçıların fikir babalarından Ziya Gökalp, divan şiirini âdeta yok saydı. Neo klâsik bir şair olan Yahya Kemal’e Gökalp’ın salvoları meşhurdur. Yahya Kemal Fransa’da kaldığı hâlde nasıl hâlâ Osmanlı-Türk kültürüne bu kadar âşık olabilirdi? Nasıl kutsal emanetlere bu denli sâhip çıkıp, Yavuz Selim’e deruni bir hayranlık duyabilirdi? Neden hâlâ divan şiirini yaşatıyordu? Bu yüzden Gökalp’ın “Harâbîsin harâbâtîsin /// Gözün mâzîdedir âtî değilsin” sözüne, müzelere bayrak gibi asılması gereken şu cevabı vermiştir: “Ne harâbî ne harâbâtîyim/// Kökü mâzîde olan âtîyim.”Eskiler meyhane ehline “harabat ehli” derlerdi. Ziya Gökalp de, Kemâl’i böyle suçluyor. Onlara göre mazi, defterden sökülüp atılması gereken bir sayfadır. Bilmezler ki kopan bir sayfa defterin şirazesini kaydırır. Onlar Yahya Kemâl’in de Nihal Atsız’ın da Osmanlı Devletine ve Osmanlı Türk atalarına toz kondurmamalarını bir türlü hazmedemediler. Yahya Kemal’in büyük bir inançla söylediği şu rubainin son beyti harikadır:
Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadîm/Bir meş’aledir devredilir elden ele”
Yani “Divan şiiri elden ele devredilen bir meşale gibi dünyanın sonuna kadar yaşayacaktır” diyor. Osmanlı Türk Devleti’nin yaşayışına, diline, örfüne, inancına hâsılı her şeyine karşı çıkan bu zihniyet ve sonrası, onun estetiğin ve dilin zirvesi olan edebiyatına mı karşı çıkmayacaktı?
Y. Kemal’in, belki de hiç gitmediği Hâfız’ın kabri başındaymış gibi duyduğu derin hazzı, bir şair ancak bu kadar güzel anlatır ve bizi Maverai bir zemine çeker:
“Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış /// Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle
Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış /// Eski Şîrâz’ı hayâl ettiren âhengiyle
Ölüm âsûde bir bahâr ülkesidir bir rinde /// Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter
Ve serin serviler altında kalan kabrinde  /// Her seher bir gül açar her gece bir bülbül öter.”
İşte Yahya Kemal’i divan şairi telakki etmemizin sebebi budur. Bir tarz bu kadar güzel, bu kadar zarif, bu kadar deruni olabilir mi? Aruz tekniği zaten mükemmel olan Kemâl, bu geleneksel klâsik şiirin kaybolmaması için hep mücadele etti, ama nafile... Bu kısır kültür ve kısır dille ve dijital endeksli bir dünya meclubu bu nesil, onu nasıl anlasın. Bu nesilde estetik kavramı bile geometrik üsluplara ve behimi duygulara bu kadar esir olmuşken bir iki absürd (saçma)  şiir, rock ve rap müziği onlara yeter de artar bile. Vâ esefâ!!!
Dinî hassasiyetinden bütün divanların önce bir “Tevhîd” veyâ “Münâcât” (Allâhü teâlâya yakarış veya onun birliğinin ikrarı) ile başlayıp, onun sevgili habiba Risaletpenah Efendimizi öven na’t-ı şeriflerle devam ettiğini bu muhalifler bilmiyorlar mıydı? Belki de bu dinî yaklaşımlar bile onları rahatsız ediyordu.
Divan edebiyatı, sultanların, şeyhülislâmların asaletin edebiyatıdır. Tabiî ki asalete Nâzım Hikmet’in zihniyetiyle karşı çıkacaklardı. Ne demişti Nâzım:
Ben asaletten anlamam, şapka çıkarmam konuştuğunuz dile/// Düşmanıyım asaletin kelimelerde bile.”
İşte meselenin özeti: Asil atalarımızın üst düzey edebiyatını ya cehlinizden anlamadınız veya muhtevasına ters düştünüz.
Dinî edebiyatımızın şerefli bir parçası olan tevhidlere, münacatlara, na’t-ı şeriflere, kasidelere, mevlidlere, kırk hadîslere, maktel-i Hüseyinlere tahammül edemediniz de mi bu estetiğin ve hissiyâtın evc-i bâlâsını (en yüksek burç) unutturdunuz.
Merak edilmesin ki Hazret-i İbrahim’in atıldığı ateşe su taşıyan karınca gayretindeki insanlar, bu eşsiz ata yadigârına sahip çıkıyor.
Bu edebiyatta yıllarca hiciv yazılmamıştır. Hiciv (yergi) gıybet kabul edildiği ve Batı’da çok tutulduğu hâlde bizde tutulmamıştır. Bu ilâhî bir fermana inkıyattır (boyun eğmedir). Ne buyurmuş Rabbimiz “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının; çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi bir kardeşiniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Tabiî ki bundan tiksinir.” ( Hucûrât-12 )
Nef’î’ye kadar bu kurala hemen hemen uyulmuş, bu kuralı fazlasıyla çiğneyen Nef’î maalesef bunu canıyla ödemiştir.
Şimdi birbirlerinin yatak odalarına bile gizli kameralar yerleştiren, televizyonlarda özel dedikodu programları yapan zihniyet, divan edebiyatımızın bu inceliğini, bu hassasiyetini idrak edemeyince ona düşman olur ve “Hababam Sınıfı” gibi bazı filmlerde hadsizce edebiyâtımız hafife alınır, hatta alay edilir. Yıllarca en mübarek isimlerle alay eden, Receb’i, Şaban’ı Ramazân’ı gülme vasıtası yapıp eğlenen bu gürûha hâlâ gülebiliyorsak, biraz arımız varsa oturup ağlayalım. İşte bize şimdi divan edebiyatımızın “mersiye” (ağıt) şiirleri yakışır. 
Buluşmak ümidiyle... 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.