Farsça olarak "Kelâm-ı kibâr kibâr-ı kelâm-est: Büyüklerin sözleri, sözlerin büyükleridir" diye değerli bir söz vardır. "Nasîhat: Dînin ve aklın beğendiği şeyleri tavsiye etmek, öğüt vermek" şeklinde ta'rîf edilmektedir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: "Muhakkak ki, Allahü teâlâdan korkan nasîhat alacaktır." (A'lâ sûresi, 10) Onun için, en büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Gazâlî (rahimehüllah), "Nasîhat vermek dînimizin birinci vazîfesidir" buyurmaktadır. Lâkin "Nasîhat vermek kolaydır; ama nasîhati kabûl etmek güçtür. Çünkü, nefislerine uyanlara, dünyâ zevklerinin peşinde koşanlara, nasîhat acı; harâmlar ise tatlı gelir" diye de ilâvede bulunmaktadır. Büyük âlim Muhammed Bağdâdî (rahmetullahi aleyh), bu konuda dikkat edilmesi gereken bazı husûsları şöyle ifâde ediyor: "Alay edenlere, zarar yapacaklara nasîhat verilmez. Nasîhat, birinin yüzüne karşı olmamalı, umûmî olarak ortadan söylenmelidir. Hiç kimse ile münâkaşa etmemelidir." Avn bin Abdullah (rahmetullahi aleyh) isimli âlim ve velînin şu nasîhati de ne kadar güzeldir: "Ey oğlum! Sana nasîhatim şudur ki: Takvâya [Allah korkusu ile harâmlardan kaçma işine] iyi sarıl. Eğer bu günün dünden, yarının da bugünden daha hayırlı olmasını temîn edebilirsen bunu yap. Namaz kılarken vedâ edip ayrılacak olan kimsenin namaz kılışı gibi kıl. Çok ihtiyâç peşinde koşmaktan, özür beyân etmek zorunda kalacağın işi yapmaktan sakın." İMÂM-I GAZÂLÎ'NİN SELÇÛKLU SULTÂNI SENCER'E BAZI NASÎHATLERİ İmâm-ı Gazâlî hazretleri, Selçûklu sultânı Sencer'in pâdişâhlığı sırasında onunla görüşmüş, ona mektup yazmış ve bizzât da nasîhatte bulunmuştur. Sultân Sencer; Ehl-i sünnet i'tikâdında, dînine bağlı ve bid'atleri reddeden bir pâdişâh idi. Altmış sene kadar tahtta kalmış olup ilme ve ulemâya karşı çok hürmet etmiş, kendisi de ilimle meşgûl olmuştur. O zamanın en meşhûr âlimi olan İmâm-ı Gazâlî hazretlerine hased edenler, "İmâm-ı A'zam'ın aleyhinde bulunuyor" diye ona iftirâ ederek, Sultân Sencer'e şikâyet etmişlerdi. Bunun üzerine Sultân Sencer, İmâm-ı Gazâlî'yi yanına da'vet edip görüşmek istediğini bildirdi. Durum, İmâm-ı Gazâlî'ye iletilince, ba'zı ma'zeretlerini bildirerek gitmedi. Sultân Sencer'e ma'zeretini bildirmek ve nasîhat etmek üzere bir mektup gönderdi. Bu mektupta özetle şunları bildirmiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın, âhirette bir insana ihsân edeceği şeylerin yanında, bütün yeryüzü, bir kerpiç gibi kalır. Yeryüzünün bütün beldeleri, vilâyetleri, o kerpicin tozu toprağı gibidir. Kerpicin ve tozunun-toprağının ne kıymeti olur? Ebedî sultânlık ve saâdet yanında, yüz senelik ömrün ne kıymeti vardır ki, insan onunla sevinip mağrûr olsun? Yükseklikleri ara, Allahü teâlânın vereceği pâdişâhlıktan başkasına aldanma! Bu ebedî pâdişâhlığa kavuşmak, herkes için güç bir şey ise de, senin için kolaydır. Çünkü Resûlullah Efendimiz, "Bir gün adâlet ile hükmetmek, altmış senelik ibâdetten efdaldir" buyurdu. Mâdem ki Allahü teâlâ sana, başkalarının altmış senede kazanacağı şeyi, bir günde kazanma ni'metini ihsân etmiştir, bundan daha çok muvaffakiyete fırsat olamaz! Zamanımızda ise, iş o hâle gelmiştir ki, değil bir gün, bir sâat adâletle iş yapmak, altmış yıl ibâdetten efdal olacak dereceye varmıştır. Dünyânın kıymetsizliği, açık ve ortadadır. Büyükler buyurdular ki: "Dünyâ kırılmaz altın bir testi, âhiret de kırılan toprak bir testi olsa, akıllı kimse, geçici olan ve yok olacak olan altın testiyi bırakır, ebedî olan toprak testiyi alır. Kaldı ki dünyâ, geçici ve kırılacak toprak bir testi gibidir. Âhiret ise hiç kırılmayan ebediyen bâkî kalacak olan altın testi gibidir. Öyleyse, buna rağmen dünyâya sarılan kimseye nasıl akıllı denilebilir? Bu misâli iyi düşünün ve dâimâ göz önünde tutun! Beni yanınıza da'vet etmiş bulunuyorsunuz. Benim, "Bundan sonra hiçbir sultânın yanına gitmeyeceğim ve hiçbir sultândan en ufak bir şey kabûl etmeyeceğim. Münâzarayı terk edeceğim" şeklinde bir ahdim var. Bugüne kadar ben, bu ahdimde durdum. Bu bakımdan, sultânlar beni bu husûsta ma'zûr gördüler. Sizin için hayır duâlarda bulundum. Eğer her şeye rağmen gelmem için bir fermânınız olursa, emre itâatın lâzım olduğunu bildiğim için, ahdimi bozarak, fermânınızı kabûl etme yolunu seçerim. Allahü teâlâ, dilinize ve gönlünüze öyle şeyler getirsin ki, bununla yarın âhirette utanmaktan muhâfaza etsin... Ve's-selâm." Bu mektup, Sultân Sencer'e ulaşınca, 'İmâm-ı Gazâlî madem ki Meşhed'e kadar gelmiş, ordugâhımıza az bir mesâfe var. Oradan buraya gelmek güç bir iş değildir' diyerek, gelmesini istediğini bildirdi. Bunun üzerine İmâm-ı Gazâlî, Sultân Sencer'in yanına geldi. Onun huzûruna girince sultân ayağa kalkıp, İmâm-ı Gazâlî'yi karşılayıp kucakladı. Sonra da onu, kendi tahtına oturttu. Kendisine çok hürmet gösterdi. İmâm-ı Gazâlî, tahta oturduktan sonra, yanında bulunan bir talebesine, 'Kur'ân-ı kerîmden bir miktar oku' buyurdu. Talebesi de, Zümer sûresinin, "Allah, kuluna kâfî değil mi?" meâlindeki 36. âyetini okuyunca, İmâm-ı Gazâlî: "Evet, Allah, kuluna kâfîdir" dedi. Daha sonra, Besmele çekerek konuşmaya başladı. [İmâm-ı Gazâlî'nin bu uzun konuşmasını, sizlere inşâallah yarın takdîm edelim.]