"KUTLU DOĞUM HAFTASI"NIN ARDINDAN -1-

A -
A +

Diyânet İşleri Başkanlığı'nın Türkiye Diyânet Vakfı ile müştereken, 1982-1983 yıllarından beri, "Kutlu Doğum Haftası" adıyla, Nisan ayı içerisinde, [geçmiş senelerde 20-26 Nisan günleri arasında, bu sene ise 14-20 Nisan târihleri arasında], bir hafta boyunca, merâsim yaptığını biliyoruz. Tabîî ki bu hafta, "Kızılay Haftası", "Yeşilay Haftası", "Câmiler ve Dîn Görevlileri Haftası"... gibi resmî bir haftadır. Aslında dînî gün ve gecelerin hepsi, hicrî-kamerî takvîme göre hesâb edilir. Bilindiği gibi, bu sene, 11 Rebîu'l-evvel Pazar'ı 12 Rebîu'l-evvel Pazartesi'ye (ya'nî 08 Mart'ı 09 Mart'a) bağlayan gece, bir "Mevlid Kandili"ni [Sevgili Peygamberimizin dünyayı teşrîflerinin bir sene-i devriyesini] daha idrâk etmekle şereflenmiştik. Sevgili Peygamberimiz hakkında, O'na lâyık olacak şekilde konferanslar, paneller, açıkoturumlar, yarışmalar tertiplenmesi; yine O'na dâir makâleler yazdırılması; özel Dergi ve Gazete sayıları hazırlatılması ve benzeri diğer güzel faâliyetler yapılması, takdîr ve teşekküre lâyık hareket ve işlerdir. Bu kabîl güzel çalışmaların devâmını diliyoruz. [Bendeniz de, çeyrek asırdan fazla bir zamandan bu yana, yurt içinde ve dışında bu programlardan birçoğuna katıldım.] Bunları müteâkıben, öneminden dolayı, önce bir hususu belirtmek lâzım: Denilebilir ki, târih boyunca, çok meşhûr insanlardan, hayâtı, en ince teferruâtıyla, sadece yıl ve ay olarak değil, hafta, hattâ gün bazında ortaya konulan yegâne zât, şüphesiz ki, Peygamber Efendimiz'dir. "Delâilü'n-Nübüvve" ve "Şevâhidü'n-Nübüvve" kitapları, Hazret-i Peygamberin Peygamberliğinin delîllerinden; "Sîret-i Nebeviyye" ve "Meğâzî" kitapları, O'nun hayâtından ve harplerinden; "el-Hasâis" kitapları, O'nun fazîletlerinden ve mu'cizelerinden; "Şemâil-i Şerîfe" kitapları fizikî yapısından; İslâm Târihi ve Ansiklopediler ise, umûmî hayâtından bahsetmektedirler. Malûm olduğu üzere, her meşhûr kimsenin, meselâ dirâyetli bir devlet adamının, fazîletli bir ilim adamının, muvaffak olmuş bir ticâret veya iş adamının, şöhretli bir san'atkârın ve herhangi bir spor dalındaki rekortmenin, bulunduğu mevki ve makâma gelmeden önceki hayâtı, yetişme tarzı, elde ettiği şöhrete nasıl ulaştığı dâimâ merâk edilir. Meselâ bir âlim veya velînin ilme başlama yaşı, ilim öğrendiği merkezler, hocaları ve bunların adedi, ilim tahsîli için yaptığı seyâhatler, tahsîl ettiği ilimler ve dînî ilimlerde elde ettiği pâye, hocalık yaptığı merkezler, îfâ ettiği diğer ilmî ve idârî görevler, yetiştirdiği talebe ve bunların sayısı, tasnîf ve te'lîf ettiği eserler, eserlerinin ilmî kıymeti hep merâk konusu olmuştur. Konu, Peygamber Efendimiz olunca, bunların hiç birisi söz konusu olamaz; çünkü Kâinâtın Efendisi Muhammed aleyhisselâm, "Ümmî" idi. Yâni hiç mektebe gitmemiş, kimseden ders görmemiş, kitap okumamış, yazı yazmamıştı. ["Ümmî", câhil demek değildir. Okur-yazar olmayana "Ümmî" denir. Ümmî olan âlimler de vardır.] Fakat "Ümmî" olduğu hâlde, yâni kimseden birşey öğrenmemiş iken, herşeyi biliyordu. Ya'nî her neyi düşünse, her neyi bilmek istese, Allahü teâlâ O'na bildiriyordu. Cebrâîl aleyhisselâm adındaki melek gelip, O'na her istediğini söylüyordu. Bu husûsu, Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîm'de meâlen şöyle bildiriyor: "Sen bu Kur'ân-ı kerîm gelmeden önce, bir kitap okumadın; yazı da yazmadın. Eğer okur-yazar olsaydın, başkalarından öğrendin diyebilirlerdi." (Ankebût sûresi, 48). Bu âyetin tefsîrinde şöyle denilmektedir: "[Ey Muhammed! Bu Kur'ân-ı kerîm sana indirilmeden önce] Sen bir kitaptan okumuş ve elinle onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı müşrikler, [Kur'ân-ı kerîmi, başkasından öğrenmiş veya önceki semâvî kitaplardan almış] derlerdi. [Yahûdîler de, 'O'nun vasfı Tevrâtta ümmî olarak bildirilmiştir, bu ise ümmî değil' diye şüpheye düşerlerdi.]" İnsanlar ve melekler içinde, en çok ilim O'na verilmiştir. Allahü teâlâ, O'na herşeyi bildirmiştir. Kur'ân-ı kerîmle sâbit olduğu üzere, Âdem aleyhisselâma herşeyin ismi bildirildiği gibi, O'na da herşeyin ismi ve ilmi bildirilmiştir. O bütün ilimlere vâkıf idi. O kadar büyük bir âlimdi ki, Onu görmekle şereflenip sahâbî olanlar bile, oradan ayrılınca hikmet ehli olurdu. Yani doktorlarla tıp ilminden, zirâatçılarla zirâat ilminden, subaylarla harp tekniğinden konuşabilirlerdi. Elbette bu, Peygamber Efendimizin bir mu'cizesi idi. Her okuma-yazma bilene âlim denemeyeceği gibi, her "Ümmî" olana da câhil denemez. Allahü teâlânın varlığına inanan ve zarûrî bilinmesi gerekli dîn bilgilerini bilen müslümâna da câhil denmez. [İnşâallah bu konuya yarın da devâm edelim.]

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.