Makâlemizin hemen başında ifâde edelim ki: İnsanlar nasıl doğup gelişiyor, büyüyor ve ölüyorlarsa, devletler de aynı kaderi paylaşmaktadırlar; yani onlar da doğar, büyür ve ölürler. Çeşitli coğrafyalarda, özellikle güzel Anadolu'muzda, muhtelif târihlerde, bilhâssa İslâm öncesi dönemlere baktığımızda, âdetâ sayılamıyacak kadar çok devletin ve medeniyetin kurulup yıkıldığını görüyoruz. O hâlde güzel ülkemize sahip çıkmalıyız ki, burası da öncekiler gibi başkalarının eline geçmesin ve târihe mal olmasın. Zaman zaman belirttiğimiz vechile, önemine binâen burada bir kerre daha belirtelim ki, milletleri ayakta tutan, sâhip oldukları millî ve ma'nevî kıymetlerdir. Bu değerler, milletlerin birlik, berâberlik ve toplumsal dayanışma içerisinde yaşamalarını ve millî kimlikleriyle târih sahnesinde yer almalarını sağlamaktadır. Milletler, bu kıymetleri, gelecek nesillere aktardıkları oranda varlıklarını sürdürürler. Târih, bize millî ve manevî değerlerine sahip çıkmayan ve başka milletleri körü körüne taklit edip târihî ve millî şahsiyetlerini kaybedenlerin, dünyâ coğrafyasından silinip gittiklerini göstermektedir. Zâten, bir toplumu içten yıkmak isteyenler; onların inanç, ahlâk ve millî değerlerini yok etmeyi ilk hedef olarak seçmektedirler. Bunu isbât için hemen önemli bir nakil yapalım. İngilizlerin Osmanlıdaki câsûsu Hempher'in hâtırâtının 45. sayfasında şu i'tirâf yapılmaktadır: "800 yıllık Endülüs'ü şarâba alıştırarak, aralarına fitne sokarak, dînî ve millî inançlarından kopararak yıktık. Osmânlıyı ve diğer İslâm ülkelerini de aynı metotla yıkacağız." Bunları belirttikten sonra, şimdi esâs konumuza gelelim: "Târihimiz" derken "İnsanlık târihi" kasdedilirse, binlerce yıl öncesinden [tâ ilk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem'den] başlamamız; "Türk târihi" kasdedilirse, yine binlerce yıl öncesine gitmemiz; "İslâm târihi"ni kasdedersek, 14 asır öncesine uzanmamız; ama "Müslümân-Türk'ün târihi"ni nazar-ı dikkate alırsak, Karahanlılar dönemine kadar varmamız gerekecektir. "Peygamberler târihi" içerisinde son Peygamber olan Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm), 150 bin mübârek insan, güzîde sahâbe, "hayırlı ümmet" meydâna getirmesi, onların da 50 sene gibi çok kısa zaman zarfında gâyet mahdût imkânlarla Endülüs'ten [İspanya'dan] Çin'e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim-irfân, ahlâk-fazîlet, adâlet-hakkâniyet, medeniyet-insan hakları, nûr ve hidâyet götürmeleri, dünyâda eşi-benzeri görülmemiş bir hâdisedir; bu dönemde yapılan fetihler ve elde edilen zaferler ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur. İslâmiyet, hiç şüphesiz yeryüzünde en çok devlet kurulmasına vesîle olmuş bir dîndir. Asr-ı saâdetten beri kurulan büyük İslâm devletlerinden başka, İslâm târihi boyunca, muhtelif zamanlarda, dünyânın çeşitli yerlerinde birçok İslâm devleti kurulmuştur. Peygamber Efendimizin vazîfelerini tam olarak yaptıklarından dolayı, kendilerine "Hulefâ-i Râşidîn=Râşid Halîfeler" denilen Dört Halîfe Devri (632-661 / H.11-40), İslâmî fazîletlerin yaşandığı "Altın Çağ" olarak kabul edilir. Bunlardan sonra Emevîler ve Abbâsîler dönemi gelmektedir. Emevîler; Çin, Orta Asya, Hazar ülkesi, Hindistân, bütün Orta Doğu ülkeleri, Kuzey Afrika'dan -İspanya dâhil- Avrupa içlerine kadar geniş bir coğrafyada, aralıklarla sekiz yüz yıl hüküm sürdüler. Emevîler, İslâm dînini İspanya'dan Avrupa'ya soktular. Fas, Kurtuba ve Gırnata Üniversitelerini kurup Batıya ilim ve fen ışıklarını yaydılar. Emevîler'den sonra İslâm devleti başkanlığını (hilâfeti), Peygamberimizin amcası Hazret-i Abbâs'ın soyundan olan Ebü'l-Abbâs Abdullah es-Seffâh ele geçirdi. 750/H.132'de Abbâsîler devri başladı. Devletin başşehri Şâm'dan Bağdât'a nakledildi. Abbâsîler devrinde; İslâm dîni, doğuda Büyük Okyânûs'tan, batıda Atlas Okyânûsu kıyılarına, kuzeyde Rusyâ içlerinden, güneyde Hind Okyânûsu kıyılarına kadar yayılıp, üç kıtada İslâm devletleri hâkim oldu. Abbâsîlerden sonra halîfelik, Osmânlı sultânlarına geçti. Türk-İslâm devletlerinden Karahânlılar, Gazneliler, Tîmûr Oğulları, Bâbürlüler, Selçûklular ve Osmânlılar döneminde de çok önemli zaferler elde edilmiştir. Biz tabîî ki kısa bir-iki makâle çerçevesinde onların hepsini ele alamayız; ama biz bugünkü yazdıklarımıza ilâveten, yarınki makâlemizde, birazcık bize yakın dönemlerden, Selçûklu ve Osmânlı dönemlerinden bahsetmek istiyoruz.