Derince'deki dram ve o kadim soru: "Doğuran mı, büyüten mi?"

A -
A +

Ömür bir imtihan malûm, çok soru sorar. Bazılarının cevabı güçtür. Daha doğrusu herkesin kendine göre bir cevabı vardır da hangi yaraya merhem olur o meçhûl.

Örneğin, parçalanan bir hayat, bir başka hayatı bütünler ama, an gelir her şey altüst olur. "Paramparça Aşklar ve Köpekler" adlı unutulmaz filminde Alejandro Gonzales İnarritu, birbirine değen ama birbirinin farkında bile olmayan insanların hayatlarını anlatır. Birinin mutluluğu, ötekinin mutsuzluğudur.
Hayat, öyle bir an gelir ki insana acı çekmenin master'ını yaptırır. Neye uğradığını şaşırırsın ama yine de o dersleri tek tek verirsin sınavlardan geçerek.
Kocaeli'nin Derince ilçesinde yaşayan Fazilet ve Cengiz Yıldırım'ın dramıyla bunu bir kez daha idrak ettik.
"Yasak bir aşkın meyvesi" üç aylık bebek, Yıldırım ailesi tarafından, bırakıldığı Çocuk Esirgeme Kurumu'ndan yasal yollarla evlatlık alınır. Öylesine sevilir ki, çocukları olmadığı için, belki de dağılma noktasına gelen Yıldırım ailesinin mutluluk çimentosu olur. Gel gelelim, evlilik dışı ilişkinin taraflarından erkek, eşinden boşanıp sevdiği kadınla evlenince çocuk geri istenir. Mahkemeler, davalarla geçen dört yılın sonunda Yargıtay, çocuğun doğuran anneyle babasının yanında olmasının her şeyin üstünde ve çıkarlarına uygun olduğuna karar verir.
Yıldırım ailesi yıkılmış ve perişan halde. Onların yerine koyun kendinizi. Neredeyse 4 yaşına gelmiş, size anne ve baba diyen, el üstünde tutulan çocuğunuz, bakıyorsunuz ertesi gün yok. Ne tuhaf, şimdi de onların mutsuzluğu, 4 yıl evvel çaresiz kalan iki insanın mutluluğu oldu.
İşte, yine o en kadim soru:
Bakan ve büyüten mi, doğuran mı?
Buna Hazreti Süleyman ile anlatılan darb-ı mesel ayrı cevap verir, Bertolt Brecht'in Kafkas Tebeşir Dairesi'ndeki hikâyesi ayrı. İlki doğuran ana, diğeri "sevgi emektir" der.
Siz istediğinizi seçin.

 
Adalet ya da ihkak-ı hak
İlk kez evinin demir parmaklıkları ardında gördüm Hanım Kavaklıoğlu'nu. Hırçın ve öfkeliydi biraz. Söyleyeceği o kadar çok şey vardı ki kelimeler değil, cümleler kifayetsiz kalıyordu meramını anlatmaya. Evini işgal etmişti üç çocuğuyla birlikte.
Öğrendik ki 6 aydır sürdürüyormuş eylemini. Kayınpederi bir şebeke tarafından fena halde dolandırılmış, bedeli milyonlarca lira olan senetlere imza atmış görünüyordu. Adli Tıp'a göre imza kayınpederine ait değildi. Emniyet Kriminal Laboratuvarına göre de ona aitti. Ancak çete başka bir kılıkta kayınpederinin dükkânını kiralamış, açılan icra takibini ona aldırmışlardı. İcra gelince de Hanım Kavaklıoğlu kendi evini işgal etmişti.
Aylarca hacze gelen icra memurlarıyla polisleri, kendini ve çocuklarını öldürmekle, evini yakmakla tehdit ederek içeriye almamıştı.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin duydu Hanım Kavaklıoğlu'nun sesini önce. Ona evinin elinden alınmayacağı güvencesini verdi. Nitekim bir hafta sonra icra takibi durduruldu. Polisler de dolandırıcı şebekesini yakaladılar. Hanım Kavaklıoğlu böylece evinden çıkmadan hukuki mücadelesini sürdürebilme imkânına kavuştu.
Her şey iyi güzel de meseleye soğuk ve mesafeli hukukçu olarak bakanlar bu işgali bir "ihkak-ı hak" olarak tanımlıyor. Yani, kişilerin, hakkı olduğunu düşündükleri şeyi hukuk dışı yollarla elde etmesi.
Başka bir bakış açısı daha var. Malum, insanlar hatadan azade değil. Hukuk ve adli sistem de dahil buna. Peki, hata yapan güvenlik ve hukuk sistemi karşısında çaresiz kalan insan ne yapmalı? Sesini duyurmak istemesi demokratik bir hak değil mi? Nitekim Hanım Kavaklıoğlu vicdanlara seslendi ve evinden çıkmadan hukuk mücadelesini sürdürmenin şartlarını elde etti. Umarım haklıdır ve hakkını alır.
Ama bu misal, kötü misal de olmamalı.
Hakimler "adalet ile merhamet" arasında bir tercih yapmamalı şüphesiz.
Ama yine de üzerinde konuşmaya değer.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.