Alternatif Bakış'a bu haftaki konuğum Prof. Dr. Feyzullah Eroğlu oldu. Pamukkale Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nde profesör olarak görev yapan Eroğlu, özellikle yönetim ve organizasyon, davranış bilimleri, kültür ve medeniyetin yönetim faaliyetleri üzerindeki etkileri, entelektüel hareketler ve yönetim ilişkileri, bilimsel faaliyetlerdeki ideolojik kirlenme, yönetim ve yöneticilerin yabancılaşması, kitle kültürü ve direnme ahlâkı gibi birçok konuda önemli çalışmalara imza atmış bir isim. Kendisi ile Türkiye'deki eğitim sisteminden, yüksek öğrenim kurumlarına; dünyadaki gelişmelerden, bu gelişmeler karşısında Türkiye'nin alması gereken tutuma kadar birçok konuda güzel bir sohbet gerçekleştirdim. Umarım siz de sohbetimizden keyif alırsınız. O zaman buyurun sohbetimize... * Siz, dünyadaki eğitim sistemlerini de yakından takip eden bir bilim adamısınız. Bu pencereden Türkiye'deki eğitim sistemine baktığınızda neler görüyorsunuz? > 'Yabancılaşma var' - Türkiye'de Tanzimat'tan bu yana uygulanan eğitim sistemi, - Abdülhamit ve Atatürk dönemi hariç olmak üzere - yönetici sınıf tarafından toplumun Batılılaştırılması hedefine odaklanmıştır. Ve bu odaklanma ile birlikte eğitim süreçleri kendi işlevsel amaçlarını gerçekleştirmek yerine, yöneticiler tarafından birer toplum mühendisliği aracı haline getirilmiş ve bunun sonucunda da kişisel ve toplumsal fayda açısından başarısız olmuştur. Bütün az gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de yabancılaştırma ve Batıcılaştırma aygıtı gibi çalışan bu eğitim sistemi nedeniyle, bugün eğitimli insanlarımızda görülen en bariz özellik ailelerinden, toplumdan ve ülke sorunlarından giderek uzaklaşmaları ve yabancılaşmalarıdır. Ayrıca, okullardaki şiddetin giderek artması ve resmi eğitimin yanında dershanecilik ve özel ders olguları gibi eğitim kurumlarının ortaya çıkması da şu anda uygulanmakta olan pozitivist ve Batıcı eğitim sisteminin iflas ettiğini göstermektedir. * Peki buradan hareketle, ülkemizdeki yüksek öğrenim kurumları hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? >"Üretmiyoruz" - Türkiye'deki yüksek öğrenim kurumlarının değerlendirilebilmesi için öncelikle gelişmiş ülkelerdeki üniversitelerin ne yaptıklarına bakmak lazım. Ülkemizdeki yüksek öğrenim kurumlarına baktığımızda, bu kurumların gelişmiş ülkelerdeki kadar toplumsal fayda ve katma değer oluşturamadıklarını görüyoruz. Ayrıca 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu'nun üniversiteler için emredici nitelikte öngördüğü amaç ve ana ilkeler de, fiili işleyişin epeyce uzağında. Çünkü bir 12 Eylül kurumu olan bu yasanın uygulamasında en belirgin özellik, YÖK ve üniversite yöneticilerinin aşırı merkeziyetçiliği ve abartılmış yetki kullanımıdır. Ancak üniversitelerin temel işlevi; araştırma yapmak, bilgi aktarmak, toplumsal problemlere çare olacak projeler üretmek ve ekonomik sektörlerin ihtiyacı olan yüksek vasıflı meslek erbabı yetiştirmektir. Bu işlevler bakımından Türkiye'deki üniversitelere baktığımızda, bilim yapma konusundaki yetersizliklerine karşılık, özellikle Anglo-Amerikan kültür sistemlerinden "bilgi nakilciliği" konusunda çok ileri bir düzeyde olduklarını görüyoruz. Ayrıca, büyük fedakarlıklarla yapılan araştırma ve inceleme bulgularının, üniversite yönetimlerinin teşvik ve destekleriyle Anglo-Amerikan kültür sistemlerinin "marka" olmuş dergilerine yönlendirilmesi de, bu araştırma bulgularının yabancı araştırma-geliştirme merkezlerine birer veri malzemesi olarak sunulmasına yol açmaktadır ki, bu da olumsuz bir durumdur. * Size göre Anadolu'daki üniversitelerin ülke kalkınmasında daha etkili olabilmeleri için ne gibi değişiklikler yapılmalıdır > "Fantastik çabalar!" - Anadolu'daki üniversitelerin, yöresel meselelerin çözümüne katkıda bulunacak araştırma ve incelemelerde bulunması için öncelikle yöresel ya da ulusal nitelikteki projelere bilimsel bilgi malzemesi sağlayacak tarzda yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Böylece, bu üniversitelerin bilimsel ve akademik faaliyetlerinin odağına, ülke ve toplum gerçekleri yerleşecektir. Özellikle gelişmiş ülkelerin, öteki ülkelere göre elde ettiği üstünlüklerin hemen hemen hepsinin arka planında yüksek öğrenim kurumlarının yapmış olduğu bilimsel araştırma ve inceleme sonuçları vardır. İşte bu nedenle de ülke ve yöre kalkınmasında kullanılacak bilgi ve verilerin, toplumsal aktörlerin hizmetine sunulması açısından Anadolu üniversitelerinin halkla ilişkileri ve toplumla bütünleşmeleri son derece faydalıdır. Ancak, özellikle son yıllarda Anadolu üniversitelerindeki aşırı merkeziyetçi yönetim tarzı, bu üniversiteleri içerisinde bulundukları yöre şartlarından oldukça uzaklaştırmıştır. Bu konuda dışarıdan ithal edilen ya da nakledilen bilgi malzemesi ile yerli sorunların çözülmesi ya da projelerin yapılması ise son derece fantastik bir çabadır. * Siz aynı zamanda dış dünyadaki gelişmelerle de yakından ilgileniyorsunuz. Size göre dünya nereye gidiyor? > "Zıtlıklar hızla artıyor" - Dünya, aslında bütün dünyalıların yaşaması için sunulmuş ortak bir hayat alanı. Ancak, başta ABD ve AB'nin zengin ülkeleri olmak üzere, bugün kendilerine 'gelişmiş ülke' diyen ülkeler, büyük coğrafi keşiflerden bu yana dünyanın öteki ülke ve bölgelerini artan bir hızla talan ediyorlar. Kendi insanlarının refahı ve rahatı için dünya nüfusunun büyük bir kısmının açlığı, yoksulluğu, çaresizliği ve sömürülmesi onlar açısından hiçbir önem arz etmiyor. Bugün insanlık, tarihinin en büyük zengin-yoksul uçurumunu yaşıyor. Savaşlar, terörizmin el altından beslenip desteklenmesi, iç karışıklık ve çatışmalar, ihtilaller ve darbeler, isyan ve kalkışmalar, provokasyonlar ve çok çeşitli psikolojik savaş teknikleri gibi yöntemlerle son iki yüz yıldır dünya parçalanmaya doğru sürükleniyor. Batılı zengin ülkeler, kendi içlerindeki çok derin ve kapsamlı etnik, dini, sınıfsal ve diğer farklılaşmaları bir "çeşitlilik" ve "zenginlik" olarak görüp sosyal bütünleşmeye yönelirlerken; önemli enerji ve hammadde alanları ile muhtemel pazar alanlarındaki egemenliklerini daha fazla pekiştirmek için buradaki ülkelerin hem kendi içlerinde hem de kendi aralarında bir şekilde var olan savaş ve çatışmalarını sürekli kışkırtıyorlar. Bu anlamda, küresel mühendislik projesi, dünyadaki az gelişmiş bölge ve ülkeleri parçalayarak, her birinin zengin ülkelere bağımlılığını artırma üzerine strateji ve politikalar geliştirmektedir. * Peki Orta Doğu'daki gelişmeler hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? > "Kaleyi içten fethediyorlar" - Orta Doğu'nun kaderinde iki önemli etken baskın bir rol oynamaktadır. Birincisi, bu bölgenin kâdim medeniyetlerin ve inançların doğduğu bir yer olması; ikincisi ise Batıda başlayan sanayileşmenin itici gücü ve enerji kaynağı olan petrolün buradaki bolluğudur. Erken sanayileşmenin ve sömürgeciliğin öncüsü olmaktan doğan ekonomik ve teknolojik gücü temsil eden Batılılar, askeri organizasyonlar ve bilgi süreçlerini kullanarak bu bölgenin yönetim mekanizmaları üzerinde çok ciddi bir egemenlik ve denetim mekanizması oluşturdular. I. Dünya Savaşı'yla başlayan Orta Doğu'yu - bir anlamda İslam Coğrafyasını - parçalama operasyonun temel stratejisi, "kaleyi içeriden fethetme" şeklinde oldu. Batılılar, Orta Doğu'nun bazı kâdim problemleri üzerinden kendileri ile iş birliği yapmaya hazır bazı gruplar ile üst düzey yöneticiler bulmakta o zamandan beri pek zorlanmadılar. İş birlikçi yönetim mekanizmaları ve grupları buldukça bölgeyi ufalttılar ve ufalttıkça da daha fazla ve derin iş birlikçiler buldular. Şu sıralarda Orta Doğu'da olup biten her önemli hâdisenin arka planında; bölgedeki Batılılara yandaşlık yapan bazı gruplar ile yönetici sınıfın kendi halkına, ülkesine, dinine, tarihine, ırkına, toprağına, petrolüne, havasına ve suyuna ihaneti vardır. * Size göre bu gelişmelerden Türkiye nasıl etkilenecek? > "Tuzağa düşmemeliyiz" - Türkiye'nin kaderi, Orta Doğu'nun kaderinden bağımsız değildir. Stratejik olarak, kâdim şark-garp zıtlaşmasında Tanzimat'a kadar 'şark'ı temsil eden Türklerin yönetici kadroları, Tanzimat'tan sonraki dönemden itibaren - Abdülhamid ve Atatürk hariç olmak üzere - garbın yanında yer almayı tercih ettiler. Batılılar da Orta Doğu'da yürütülen parçalama ve ufalama stratejilerini, çoğunlukla Türkiye üzerinden gerçekleştirme çabası içerisinde bulundular. Soğuk savaş döneminde Batılıların Sovyetler'le mücadelesinin yükünü çeken Türkiye, şimdilerde de kapitalist-küresel güçlerin İslâm ve petrol coğrafyası üzerindeki egemenliklerini pekiştirme operasyonlarına sahne olmaya ve olayların içine çekilmeye çalışılıyor. Batılılar, şu sıralarda Türkiye'ye göstermelik birtakım çıkarlar göstererek - bu da daha çok Kerkük ve Musul hakkında iç kamuoyunu etkileme çabası şeklinde kendini göstermektedir - Türkiye'yi Orta Doğu'ya yöneltme hazırlıklarını yürütmektedirler. Böylece, Batılı güçler kendilerinin bir gün bu bölgeden gitmeleri durumunda, Türkiye'yi komşuları ile yüzyıllar sürecek bir düşmanlık tuzağının içine çekmeye çalışmaktadırlar. > 'Devlet-millet el ele olmalı' Küresel kapitalizmin, kendi çıkarları doğrultusunda bütün dünyayı arka bahçeleri hâline getirme projesinin Orta Doğu'daki en belirgin yansımasının; bölgede meydana gelen çatışmalar ve kışkırmalarla yoğun bir parçalanma şeklinde kendini göstereceğini belirten Prof. Dr. Feyzullah Eroğlu, Türkiye'nin alması gereken tedbirler konusunda şunları söyledi: Türkiye'nin bu ortamda yapması gereken öncelikli tavırlar, ülke bütünlüğünü ve milletin birliğini korumak, ekonominin borçlanma ihtiyacını azaltmak, Batı dışı ekonomik ilişkiler ile Batı'ya olan ekonomik bağımlılık derecesini hafifletmek, yönetici sınıftaki topluma yabancılaşmayı önlemek, ayrıca millete yaslanan devleti yeniden tesis etmektir. 'Evdeki bulgurdan oluruz' Bir şekilde, komşularda olup bitenlere karışmak, "Midyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmaktır." Şu sıralarda, önceleri "Osmanlılık" sözünü duyunca tüyleri diken diken olan bazı Batıcı çevreler; Türkiye'nin, Anglo-Amerikancı stratejilerin bir tür Truva Atı gibi bölgeye uzanması gereği yönünde psikolojik harekât yapıyorlar. Osmanlı'nın, bölgedeki harekâtlarının arkasında, kendi egemenlik iradesi vardı. Eğer, Türkiye'nin kendi sınırları dışında bir operasyon yapacak böyle bir kapasitesi varsa, bunu öncelikle kendi iç güvenliği ile ilgili bölgelerde ve Kurtuluş Savaşı sonrasındaki tek "zaferi" olan Kıbrıs'taki çıkarlarının korunmasında kullanmalıdır. Türkiye'nin şu sıralarda yapacağı en önemli etkinlik, dış maceralara atılmak değil, uzun bir süredir Batıcı bürokratik yapı ile Batıcı ekonomik ve siyasî sistemin ciddi bir şekilde örselemiş oldukları millet bütünlüğü ile millî devleti yeniden inşa etmektir. > Komşu ve kardeşe yönelmeliyiz Türk Cumhuriyetleriyle doğru dürüst bir ilişkimizin olmadığına da dikkat çeken Prof. Dr. Feyzullah Eroğlu şöyle devam etti: "Eninde sonunda kardeşler, bir araya gelecektir. Çok şey kaybedilmeden ve daha fazla zaman yitirilmeden soy ve din kardeşlerinin iş birliği, hem Türkiye'ye hem de kardeş Türk Cumhuriyetlerine, hem de Balkanlar'da ve Kafkaslar'da akraba topluluklarına çok önemli ufuklar açacaktır. Bu bağlamda öncelikle yapılması gereken şeyler ortak üretim ve işletmecilik, ortak markalar, ortak Ar-Ge merkezleri, ortak araştırma enstitüleri oluşturmak ve ortak bankalar kurmaktır. Türkiye kendinden çok güçlü Batılı güçler ile "stratejik ittifak(!)" kurma yanılsaması yerine, kardeş Türk Cumhuriyetleri ve akraba topluluklarla "gerçek stratejik ittifak" oluşturma çabası içerisinde bulunmalıdır. Başkaların kapısında bulunmak yerine, kardeşler arasında - arada kavga yapılsa bile - adalet ve eşitlik esasına dayalı "ortaklık" kurmak Türk Milletine daha çok yakışır. Böyle bir şey tarihin akışına da çok uygun düşer.