Hele ki sabah; bir dünya güzelinin duvağı gibi açıyorsa yüzünü, ışıldıyorsa, gülümsüyorsa... Hele ki durgun deniz; boylu boyunca serilmiş ve güneşe karşı gerinen karşı yakayı, aynasında yansıtıyorsa... Hele ki o gün, içini tüketen ağrılar, yüreğinde cam kesiği sızılar yoksa... Kavacık'tan Küçüksu'ya doğru bırakırım kendimi. Henüz güneş solumda kalan tepenin ardında, belki kırağılar erimemiş ve belki bereler kulaklara kadar iniktir... Göksu, gerçekten gökten inen bir su gibidir de ismi ondan böyledir. Her iki yanında tekneler bağlı durgun derenin her iki yanında yükselmiş ağaçlar ve her iki yanda çağırışlar; Duyanı! Kendisini duyanı... * Yol döner ya hani o birkaç okaliptüs ağacının yanından, Bayezid Hân'ın hisarı görünür. Sonra Göksu üstündeki köprü ve sonra deniz... Hava güzel ya ve zaten deniz de dümdüz ya. Martılar dizilmiştir çayıra, güneşi almak için. Ve zaten hava karışınca onlar da uyarlar dalgalara; batıp çıkarlar, suda çakarlar... Aah bu martılar; içinde İstanbul geçen bütün filmlerin içinden geçen isimsiz figüranlar... Onlarca değiller burada, yüzlerce de değiller; toprak damlara serilmiş kayısılar kadar çook ve onlar kadar tatlıı ve yan yanalar ama bunlar yerde ve bunlar beembeyaz ve bunlar en az babaannem kadar İstanbullu... Küçüksu'ya indiğim her sabah; ne kadar şanslı olduğumu ve ne kadar güzel bir yerde yaşadığımı düşünürüm. Öyle güzel ki, aynısından başka yok! * Ben bu yazının bir benzerini, köşemiz başladığı sene yazmıştım. "Dünyanın en güzel yeri" nereyi seviyorsan orasıdır, diyordu! Hisarın içinden geçtim. İskele önünde trafik sıkıştı, kornalar çaldı. Arabamın üstündeki buzlar henüz erimemişti ve bana bakan o kızgın göz, benim "dağdan inmiş bir ..." olduğumu düşünüyordu!