Osmanlı Padişahının davet edildiği bir iftar -2-

A -
A +

"Mescid olarak kullanılan Muâyede (Bayramlaşma) Sofasında, Kâmilî Efendi İmâmlığa geçti ve akşam namâzını edâ ettiler... Sonra tekrâr sofralara dönüldü..."

Ev sâhibi Dürrî-zâde edeble kalkıp: "Yeryüzü Müslümânlarının Halîfesi, acabâ bizlere, akşam namâzımızı kıldırmazlar mı?" deyince, IV. Mustafâ Hân da, "Hak, hâne sâhibinindir; siz buyurun" dedi. Ev sâhibi de, "İzn-i Şâhâneniz olursa, İstanbul Kâdîsi Ahmed Kâmilî Efendi kıldırsınlar" diyerek kendilerinden izin istedi. Pâdişâh memnûn olarak gülümsedi. Mescid olarak kullanılan Muâyede (Bayramlaşma) Sofasında, Kâmilî Efendi İmâmlığa geçti ve akşam namâzını edâ ettiler... Sonra tekrâr sofralara dönüldü. Pâdişâh gene, Dürrî-zâde'nin yanına oturdu. Tertemiz kalaylı kâselere, nefis çorbalar konulmuştu. Tarhana çorbası, kuzu-kulağı çorbası, sütlü irmik çorbası ve ezme bakla çorbası. Mis gibi tereyağı kokusu, iştâhları kamçılıyordu...

Böyle dâvetlerde Pâdişâhdan önce, Bostancıbaşı'nın (Emniyet Genel Müdürünün) veyâ dâvet sâhibinin, yemeğe önce başlaması âdetti. Fakat IV. Mustafâ Hân bu gece, bu âdete uymak lüzûmunu hissetmiyordu. Kendisini o kadar emniyyette görüyordu ki, tekrâr "Besmele" çekerek kaşığını tarhanaya uzattı. Dürrî-zâde ve Şeyhulislâm birbirlerine bakarak gülümsediler. Memnûn oldukları, her hâllerinden belliydi...

Çorbadan sonra, ızgaralar takdîm edildi. Siyâhî görevliler ciddî, fakat bembeyaz dişlerini göstererek kusûrsuz çalışıyorlardı. Hâlife-Sultân'a hizmet ettikleri için kendilerini, dünyânın en bahtiyâr insanları arasında gördükleri muhakkaktı.

4 çeşit ızgara et, 4 çeşit salata, 4 çeşit ekmek getirildi: Piliç Izgarası, Bıldırcın Izgarası, Pirzola ve Ciğer Izgarası.

Arpa Ekmeği, Has Francala, Yufka Ekmeği ve Mısır Ekmekleri.

Pâdişâh bir parça, arpa ekmeği kopardı ve "Ne kadar gayret etsek, Allahın ni'metlerinin şükrünü, edâ edemeyiz" dedi.

Öbür sinide olmasına rağmen bu sözleri duyan Sadrâzam: "Belî Sultânım. Fakat Allahü teâlânın en büyük ni'metlerinden biri de, adâletli bir devlet içinde yaşamamız değil midir? Eğer öyle olmasa, orucumuzu bile huzûr içinde açamayız" dedi.

O sırada Hünkârın gözü, Muhib Efendiye takıldı. O'nu Fransa'ya, özel elçi olarak yollamıştı. Birden hâtırladı. "Şu kadîm eski dostumuz Françeska Kralı, bizdeki elçisine bir mektûb göndermiş derler. Münderecâtı ve muhtevâsı hakkında malûmâtınız mevcûd mudur?" dedi.

Muhib Efendi saygılı bir şekilde, lokmasını bıraktı:
"Sultânım, Efendim! O kibirli Napolyon'u bilirsiniz. Dostluğuna güvenilmez. Düşmânlığı dahî öyledir" deyince, Pâdişâh, "Hele hele! Anlat bakalım" dedi. "Pâdişâhım! Napolyon, Mısır'da yaptıklarını unutur da; kendisine itimâd etmenizi istermiş" dedi. Pâdişâh da; "Nasıl olacakmış?" diye sordu... [Konuşmanın devâmını ve davette olan diğer şeyleri, öbür Cuma ve Cumartesi makâlelerinde ele alalım inşâallah...]

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.